31 Ekim 2011 Pazartesi

Tayfa Metropolde

Bu sabah bir pazartesi sabahı. Hız treninde gibiyim. Tansiyon bir çıkıyor bir iniyor. Geçtiğimiz iki gün son derece keyifli, adrenalin ve serotonin seviyelerimin yüksek olduğu günlerdi. Arkadaşlarım geldi Ankara'dan. Ankara bir kaç ay öncesine kadar "benim"di. Ben de orada yaşıyordum ve aklıma oradan misafir ağırlayacağım gelmezdi, ve tabi misafir olarak gitmek zorunda kalacağım da... Neyse. Kızlar benim üniversiteden iki tatlı arkadaşım. Üşenmediler sağ olsunlar, geldiler. İşten pestil gibi çıkmama rağmen çok sorun etmemeye çalıştık fiziki hallerimizi. Başta, çok daha aksiyonlu planlar yapmış olsak da hepsine asla uymadığımızı itiraf etmeyi kendime bir borç bilirim.
Önce biraz grubu tanıtayım: Saide bana sosyal hayatta en çok ayak uyduran arkadaşımdır herhalde. Beraber çokça zaman geçirmemizden de kaynaklı olarak, suyu çıkmış bir tanıdıklık, hani içini dışını bilirlik, her bir şeyde hemfikirlik vb. hallere sıkça rastlarız. Meryem ise aslına bakarsanız günlük hayatta pek benzerliğimiz bulunmayan ama beraber zaman geçirirken pek eğlenebildiğimiz arkadaşımdır. Benzemeyiz diyorum çünkü... Örneğin, Meryem'in günlük ana besin maddesi sade kahve (galon galon) ve kepekli sunta bisküvidir. Vejeteryandır. Peynir yiyip süt içtiğine şahit oldum, meyve yediği de söyleniyor fakat ben henüz onu görmedim şimdi bir şey demeyeyim, yalan olmasın. Vücudundaki proteinden şüphelerim var fakat karbonhidrat konusunda çok şükür içimiz rahat. Meryem'in ana öğünü elma dilimi patates kızartmasıdır. Her daim yiyebilir. Okuldayken patates türevi olarak kumpir yediğine de tanık olmuşluğum vardır, sade, iki üç bezelye ve havuçla renklendirilmiş. Ama öyle çorba, sulu yemek vs. önermenize gerek yok. Üniversitenin ilk yıllarında nispeten daha etli butluydu, zamanla komalık derecede kahve ve (reklama girebilir sorun değil, biz bizeyiz) Altınbaşak bisküvi tüketimi yüzünden iyice süzülmüş. Fit fit geziyor hanım aramızda. Meryem başka türlü de değişik biridir, özeldir. Anlatsam da tam ifade edemem, görmek lazım. Gerçi görülse de zaman geçirmiyor, ortak bir şeylere dahil olmuyorsanız, size bir alien kadar uzak gelebilir. Öyle değildir. Biz biliriz, bu yeterlidir. Başka türlü dedim, başka insanlara karşı alışılmadık derecede hassastır. Ancak bir çocuğun olabileceği kadar ince fikirlidir. Yolda, mağazada, cafede her hangi birinin yüzüne bakıp ne duyguda olduğunu anlamaya çalışabilir, üzgün olduğunu hissediyorsa durduk yerde adama sevgi besler, anlayış göstermeye çalışır. Öyledir. Kimse için kötü bir şey söylediğini henüz işitmişliğim yoktur. Küfürden sayılan kelimeleri kodlayarak ya da harflerini ayrı ayrı okuyarak telaffuz eder, çok mecbursa. Aile, çoluk çocuk sahibi olmak ona feci uzak kavramlardır. İnsan sorumluluğu, ona kaldıramayacağı kadar fazladır, hele bir "koca"ya bağlandığını, ortak bir hayat sürdürebileceğini henüz düşünebilecek durumda bile değil. İnsan yavrusundan ziyade hayvan yavrularına sempati duyuyor. Kedilere deli oluyor. Bu görüşümde Meryem'i üzüntülü buldum. Üniversitede arkadaşlık yaptığımız bazı arkadaşlarımızın vefasızlığından yana dertliydi. O ki onları her zaman yüceltip kıymet vermiş, dahası, sorgusuz sualsiz bize 4 sene notlarını da vermiş (Meryem not tutucudur. Delirmişcesine yazar. Hoca hapşursa, o esnada telefonu da çalsa o durmaz, anları yakalar, defterine geçer. Biz de çalışırken ayıklamak için deli oluruz) fakat okuldan sonra hiçbir hal hatır mesajına cevap alamadığı gibi sanal ortamlarda da yalnız bırakılmış. Aynı zamanda başka bir arkadaşımız tarafından hayat anlayışı eleştirilmiş, kimsenin haddine olmayan yorumlar bol keseden yüzüne söylenmiş. Üzülmüş. Yine de bir şey dememiş tabi. Biz bunun o kadar farkına varmadık ama o içerlemiş. Meryem kadar pıtırcık biri de içerliyorsa bazı şeylere, sorun büyük demektir. Dilerim ki bahsi dolaylı olarak geçen şahıslar, günlük telaşlara kapılıp gelip geçici arkadaşlıklara tav olarak bizi unutmazlar. Ha ben Meryem kadar sallar mıyım? Sanmam. Dedim ya size, bana bir noktadan sonra hiçbir şey fazla koymaz. Çok üzülürüm, taş değilim, ama gidip de iş edinmem.
Evet şimdi çevirelim fotoğrafı. Arka sayfaya geçelim. 
Aman Yarabbi! Saide...
Bu ana kadar anlattıklarımı tersten mi okusanız, ya da bütün fiillere birer olumsuzluk eki ekleyip mi okusanız bilemedim. Tamam ben anlatayım. Saide de yukarıda çizilen too good to be true tablonun aksine yemek yemeyi çok sever. Farklı tatlara açıktır. Vücudunda değil proteine, eminim bir çoğunuzda olmayan moleküllere rastlanabileceği, yemek-arkadaş-geyik üçlüsünü hayat tarzı ve başlıca terapi metodu haline getirmiş güzide bir insandır. Obur değildir. Onun bir zevki vardır. Her şeyi üst üste yiyebilir, ama onların da kendine özgü bir sıralaması vardır. Kendisiyle her daim sinemaya tiyatroya gidilebilir, mağaza vitrin dolaşılabilir, indirimlere bağlı olarak cam çerçeve indirilebilir, her yerde her lezzet denenebilir...Duygusal meselelerle -pek duygusal olmadığından olsa gerek- alakadar olmamakla birlikte, dedikodu, kültürel haberler konusunda donanımı iyidir. Hayata bakışı klasiktir. O da senin benim gibi vakti gelince evlenip bir yuva kurmak, çoluk çocuğa karışmak ister. O da kedileri sever ama Meryem kadar değil. Ondan farklı olarak insan yavrularına da hayli ilgilidir, özellikle koca suratlı, elma yanaklı ve boğum boğum olanlara karşı. Bu hal onu anaç biri olarak hayal etmemize de imkan verebilir. Ev işlerini de gerektiği kadar gerektiği zamanlarda yapmaktadır. Genel itibariyle dağınıklığa bayılan ama "ele güne" karşı kendini bilen, akça pakça olabilen bir karakterdedir. Benim kaderim midir nedir, hastalık hastası olan yakın arkadaşlarımdan biridir o da. Astımdan alerjiye her şeyimiz mevcut çok şükür. Amelie'yi bilirsiniz herhalde. Filmdeki cafenin sigara bölümünde çalışan Georgette gibi biraz. Rengarenk haplarımız, fısfıslarımız, solüsyonlarımız var. Saide'nin annesi de eczacıdır. Düğüm burada mı acaba? Çocukluğuna mı inmek lazım bilmiyorum. Neyse, ömür boyunca acil şifalar diliyorum, Allah başka dert vermesin.
Çeviriyoruz... Burada görmekte olduğunuz resim benim ve uzun uzun bahsetmeye gerek duymuyorum. Saide'ye çok benzerim. Ona ek olarak ben daha romantik, daha duygusalımdır. Benim edebi yönüm daha ağır basar. Ben kelimeler cümleler kullanıp zahmetler ederken o bir karikatür, bir çizim veya şekille son noktayı koyup mesajı verebilir. O da ben de patavatısızızdır. Meryem'den yüzde yüz farklı olarak, gıyaben sallamaya bayılır, hak hukuk konusunda "o kadar da" ince düşünmeyiz. Kötü müyüz neyiz?

Neyse efendim, dalgalandık durulduk. Kısa öz bir İstanbul turu attık. Kısaca ona da değineyim. İlk gün Sultanahmet ve civarında yürüyüş yaptık, Galata'dan Taksim'e geçtik. M&N'de oturduk kahve içip İstiklal'i seyrettik. Tur attık, mağazalara girip çıktık. Şapka aradım ben, Saide de deri eldiven diye tutturdu. Atlas Pasajı'na da girdik tabi, pılı pırtıyı kurcalayıp komik gözlüklere güldük. Çok yorulduk, hava da soğuktu. Mado'ya geçtik. Isındık, sonra meydana doğru yürüdük. Educa'nın İstiklal Caddesi temalı bir puzzle'ı vardır, meydan tarafından çekilmiş bir fotoğraftır. ben bunu yıllar önce tamamladım ve o zaman henüz İstiklal'e gitmemiştim. Ne zaman İstiklal'e girsem caddeye geniş açıdan bakıp puzzle'ımı görüp keyiflenirim. Saide'ye de oracıkta aktardım bu kısa hikayeyi. Sonra da eve döndük, uzun bir otobüs yolculuğuydu tabiki. Zor şehir İstanbul. Normalde ertesi gün hedefte Bebek vardı. Pazar sabahı oldu, kimseden "hadi gidelim"vari bir ışık alamıyoruz. Üç araçla gidebileceğimiz için sanırım, ve tecrübelerimiz daha dünden taze olduğundan kıpırdamadık. Bilmeyenlere, unutanlara, ben Merter'de oturuyorum. İkindiye doğru Bakırköy'e geçtik, sahili turladık. Donduk. Marmara Forum'a gittik.Amaç akşam yemeği yemekti .Pizza House'ta oturduk. Yemeğin sonuna doğru avm tarihinde çok az rastlanacağına kalıbımı basacağım bir olay yaşadık. Elektrikler gitti. Ben birkaç saniye, herkesin elektriğini kesebildiklerine göre çok "önemli" birinin doğum günü kutlaması olabileceğini bile düşündüm. Saf mıyım neyim. Ne bileyim, jeneratör olmaz mı yani koca avmde...Olay zaman geçtikçe alay etme haline dönüştü. Forum'un sağ yanı komple karanlıkta. Müşteriler şikayetçi, dükkan sahipleri yönetime tepkili filan. On dakika kadar sonra solun elektriğini kesip sağa elektrik verdiler. Sonra bu nöbet tekrar değişti. Anlam veremedik. D&R'a gitmek isteyen masum köylülerdik. Mağaza karanlıkta kalınca çalışanlar da kapıya dizilmiş, kimseyi içeri almıyorlardı. Elektrik o tarafa gelince koştuk hemen. Herhalde o sevinçle hepimiz birer kitap dergi almadan çıkmadık. Sırayla ışıklı dükkanların shift değişimlerine göre dolandık işte. Enteresan bir deneyimdi. Yine benim bahtı karalığım konusunda hemfikir olarak evimize döndük. Evde saçma sapan fotoğraflar çektik.Vedalaşma moduna girdik sonra. Uyuduk.
Şimdi Ankara'ya doğru yoldalar. Yine gelsinler.

Bu sabah tansiyon normale döndü. İşteyim. Günlük uğraşlar.

24 Ekim 2011 Pazartesi

Deprem Olunca N'olur?

Acılar da anıya dönüşebiliyormuş. Şimdi çok eskilerde kalmış gibi "o zaman öyle yapardık, böyle ederdik" diye konuşurken fark ediyorum; 11 yaşındaydım Marmara depremi olduğunda.
Anılarım bir kere daha tazelenmişken güzel ülkemizde, ben de bir şeyler söylemek isterim. Söylemek isterim çünkü benim yakınlarımdan kayıplarım olmadı. Olmadığı için de belki şimdi söyleyeceklerim, bugün Van'da olan deprem hakkında fesatça düşünenlere samimi, hakiki gelir. O temiz kalpli yurttaşlar ajitasyon yaptığımı düşünmez belki o zaman. Onlar ki bölücülere lanetler yağdırır, barış kardeşlik mesajlarına bürünüp bayrak kuşanırlar meydanlarda. Ve bugün yine onlardır "ötekiler"in sonunda layığını bulduklarını ima eden söylemlerle piyasaya çıkan.

Deprem olunca n'olur? O sabahlardan birinde küçük kuzenimden duyduğumuz bir cümledir. Bilmiyorduk, öğrendik. 
Bizde gece oldu deprem. Çok uzun süre çalkalandık, çok gürültü vardı ama her yer sanki sabah olmuş gibi aydınlıktı. Ben o gece komşumuzda yatıya misafirdim. 3. kattaydım. Yukarıdan yollara dökülmüş ailemi görebiliyorduk, beni bekliyorlardı ama her nedense burdayız diye seslenemiyorduk. Ben ne olduğunu bilmiyordum fakat bir trajedi havası soluyordum. Çok acıklı bir şeyler olmuş olmalıydı mutlaka. Annemlere gidemeyebilirdim belki. Savaş mı çıktı? Deprem oldu dedi Günnur ablam. Ben sadece şimşek çakıyormuş gibi parlayan ışıkların arasında, birbirlerinden tamamen ayrılarak bir inip bir çıkan parkeleri hatırlıyorum. Hala da aklımda kalan en belirgin kare budur. Annem geceliğiyleydi, kimsenin terliği ya da ayakkabısı yoktu. Biz giyinip indik. Gün aydınlanınca su içtik, yemek borumda -sanki çimento içmişim gibi- bir şey dondu. Zamanla fark ettik, şehrin üzerine günlerce toz yağdı; yuttuğumuz toz suyla beraber boğazımıza yapıştı.
Evimizde bir hasar yoktu, babam girebildi sadece eve, eşya çıkardı bizim için, yatak yorgan. Yazın ortası bile olsa, sabah saatleri hep buz gibi oluyor. Çiy yağıyor. Sanırım o sabah ezan da okunmadı.
Deprem üssü denen şeyi de o gün öğrendik ve sonrasında her birimiz birer Rihter ölçeğiydik. Artçıları, noktası virgülüne kadar tutturabiliyorduk. Gölcük'müş depremin üssü. Büyük amcamların yaşadığı yer. O sabah endişeyle onların gelmelerini bekledik. Bizim almaya gidemeyeceğimizi de öğrendik, yollar kapalıymış ve gitsek de kimi nerede arardık bilemiyorduk. Saat öğlene yaklaştı hala gelmediler. Zonguldak'ta yaşayan amcam ve ailesi onlardan önce geldiklerinde yüreğimiz ağzımıza geldi. Büyükbabam dayanamadı, aramaya gitti. Çok geçmeden geldi amcamlar da, kafesteki kuşlarını da almışlardı yanlarına.

Evimize küstük. Nefret ettik ondan. Yıkılmamasına rağmen aylarca düşman belledik onu. Babam belediye çalışanıydı. Daha o sabah tüm ekiplerle beraber işe koyuldular. Bizi büyükbabama bıraktı diğer bütün yengeler ve kuzenlerle beraber. Büyükbabam sağdı o zaman, büyüktü, köklüydü, güven verirdi insana. Bir daha sallandık, artık daha fazla korkuyorduk ama. Depremi tanımıştık artık. Tanıyınca daha çok korkuyorsunuz...Babam hemen hemen her gün gitti. Göçük altından insan kurtarmaya yardım ettiklerini, günler sonra bile insanların ölü-diri çıkarıldığını, Ağustos olduğu için iki üç gün sonra yıkıntılardan korkunç kokular geldiğini, hatta molozları kaldırdıkça işçilerin ellerine parçalanmış uzuvlar geçtiğini, aradan zaman geçtikten sonra anlatabildi. Anneme.

Mahallemizde yıkılan bir duvar yüzünden yaralanan yaşlı bir çift ve yıkılan eski bir ev dışında yıkım da olmadı. Artçılar devam etti. Yaşamaya devam ettik. Bahçelere tuvalet bölmeleri yaptık. Yerlere çukur kazdık yani. Etrafını da brandayla çevirdik. Yardımlar gelmeye başladı. Türkiye'nin her yerinden, dünyadan. Tankerlerle günlük kullanımımız için "kötü su" getiriliyor, pet şişelere varıncaya kadar doldurabilmek için uzun kuyruklara giriyorduk. Bazı firmalar içme suları, kolilerce sütler, mamalar gönderiyorlardı. Bir süre sonra biz çocuklar için oyuna dönüştü. "Kamyon geldiiii!" Koşuyoruz. Bazen çarşaf, bazen bir sürahi, bazen terlik ya da gıda. O gün gönlünüzden ne koptuysa bizim için. Daha küçüklerimiz içinse deprem güzel bir şeye bile dönüştü. Çocuk akıllarıyla çilekli sütler, bisküviler geldikçe mutlu oldular. Bir tanesi ağzını pipetten ayırmadan sütünü höpürdetirken "Oh ya anne iyiki de deprem olmuş!" dedi. Annemler çok zorlanıyorlardı aslında. Yeterli malzeme yoktu, temizlik ürünü de. Ama hepimiz üç öğün yemek yemek istiyorduk işte.
Düzlük bir alana Kızılay çadırlar kurmuş. Aylar sonra gidip gördük. Kışı orada geçirenler oldu. 
Işık da yoktu. Büyükbabam bize bir lüküs aldı. Erik ağacının dalına astı onu annemler, altında yemek hazırlayıp leğenlerde dökme suyla bulaşık yıkadılar.
Benim çok dişim ağrıdı bir gün. Kızılay sağlık ekipleri statta çadırlar kurmuşlar. Babam aldı oraya götürdü beni. Çadırların içinde çocuklar, alçılı bacaklar gördüm, dişime bir şeyler sürdü doktor, geçermiş. Karnım da ağrıyordu bir süredir. Bu psikolojikti sanırım. Doktor bana Metsil verdi bunun için.

Havalar henüz iyiyken bahçede yanyana sıralanıp yatıyorduk. Yağmurlar başladı. Büyükbabamlar büyük yeşil bir brandayla, serayla aynı mimariye sahip bir çadır kurdular. Ama bir gece çok yağmur yağınca çadırda nefes alamaz olduk. Çünkü kalabalıktık. Biz bir römork bulduk ve üzerini yine sera gibi kapladık. En azından yüksekti, su almazdı. 1 ay kadar da bunun içinde uyuduk. Deprem olunca römorkun tekerlekleri dönüyor, ileri geri hareket ediyorduk. Bez bir perdeden başka ne bir kilidimiz ne de römorktan daha değerli bir eşyamız oldu. Bir zaman sonra babam bir konteynır ayarladı bize. Taşınabilir tuvalet olarak tasarlanmış, bizim ev yaptığımız konteynır. Henüz kullanılmamış, yardım olarak gönderilmiş. görevliler klozetlerini sökmüşler, kabinleri de. Sonbaharın sonunu ve kışı o konteynırda geçirdik. Artık depremzedeler arasında sınıf atlamış, varlıklı depremzade olmuştuk. Doğum günümü burada kutladık. 
Başka insanlardan da haberdar olduk zamanla. Çok daha kötü durumda olanlar vardı. Toplu mezarların açılmasını talep edenler (kepçeler, teşhis edilemeyecek insan parçalarını bir çukura yuvarlamak zorunda kalmışlardı), yakınlarını arayanlar, aklını yitirip sokakta kalanlar, ilk günlerin şokuyla kaçıp şimdi geri dönenler vs vs. Ne hikayeler döndü, bazıları gerçek, bazıları sömürüydü. Ama biz hep gerçektik.

Daha atladığım yüzlerce an ve olay var. Hepsi zihnimde. Ben başka insanlara kıyasla hiç acı yaşamadım, bu yüzden objektif değerlendirebiliyorum ve bu yüzden anlatmak istedim. Ölüm korkusu geçince insan çırılçıplak kalıyor. İlk yaşadığınız şok şu oluyor: "Yapayalnızdım! Annem bile hiçbir şey yapamazdı!" Sonra insani ihtiyaçlarınız en aza indirgeniyor, yaşamak için ne kadar az şeye ihtiyacınız olduğunu görüyorsunuz. Bu sizi şükre yöneltiyor. İnsanlığınız nüksediyor o sırada, kötü düşüncelerinizi bırakıyorsunuz. Yardım beklediğiniz günlerdeki haliniz, aklınızdan hiç çıkmayacak izler bırakıyor içinizde.

Acizdiniz, muhtaçtınız. Çocuktunuz.
Bunu bile bile şimdi, görünmeyen, içinize aşılanmış bir nifakın öcünü alamazdınız... İnsandınız.













22 Ekim 2011 Cumartesi

Rüyamdaki Aptal Kadın

Kerem bu sabah önce hafif sarsılarak, sonra da giderek kıkırdamaya dönen bir gülüşle uyandı. Rüya görüyordu. Ben uykuyla uyanıklık arasında gidip gelerek, çalar saatin nemrut sesini bekliyordum o sıra. İlk gülüşünde uyanıp onu seyretmeye başladım, kıkırdaması gerçekten gülmeye dönüştüğünde kendisi de uyandı. Bu sefer birlikte daha çok güldük. Gözünü açtı, gerindi, güldü, rahatladı, sonra "Uyanınca bana 'ekler' de, ben hatırlarım" diye not bırakıp uyumaya devam etti. Ciddi bir biçimde...Gün içinde ona "Ekler?" diye sorduğumda nasıl boş bakacak bana kim bilir...
Uyanmadan önce ben de bir rüya görüyordum. Tatsızdı, zihnimin içinde uyandım, yani rüya kafamda bitti ama bedenim henüz uyanmamıştı. Zaten uyumak ve rüya görmek oldum olası bir kördüğümdür benim için. Bu ilişkiyi hiç çözemeyeceğim.
Kime vaktinde neyi çok isteyip de diyemediysek bilinçaltımız çat diye yapıştırıveriyor adamın suratına rüyada galiba. Ya da kim hakkında içten içe olumsuz bir şey düşünüp, vakti zamanında bir türlü konduramamışsak, rüyada o adam öyle oluveriyor. Öcünüz varsa -ilgili bir rüya görecek kadar da şanslıysanız- alabiliyorsunuz. Mutsuzsanız -rüyanızda mutluluk sahnesi görecek kadar da şanslıysanız- mutlu olabiliyorsunuz. 

Beni sevmediğini bile bile, sırf nezaket kurallarımızdan ötürü yüzüne devamlı gülümsemek zorunda kaldığım bir kadın var. Her fırsatta iğneleyici laflarıyla beni rahatsız eden, kendisine cevap vermeyeceğimi bilmenin rahatlığıyla bu zehrini her platforma taşıyan o kadını rüyamda paçavraya çevirdim. Yine tek kaşı havada, imalarını gözüme gözüme sokuyordu sarımsak kadar beyniyle. Çocukluğunda ateşli bir hastalığa yakalanmış olabileceğini, bazı çocukların bünyesinde böyle hastalıkların izler bırakıp duygusal zekalarının gelişmesine engel olabileceğini, sosyal ilişki becerilerinden tamamen yoksun olabilecekleri gibi yalnızca kendilerinden daha basit gördükleri yaratıklara karşı -şefkat dürtüsüyle- iyi davranabileceklerini ve daha buna benzer bir sürü safsata sayıp döküyordum. Safsata diyorum çünkü çok komik, kadına laf sokarken bile "bilimsel" açıklamalar yapmaya uğraşmışım. Pek elit bir saldırı olmuş...Aslına bakarsanız gerçekte saçını elime dolayıp gayet de mahalle işi vermek isterdim ağzının payını. Ama işte kahretsin, salon kadını çizgimi aşamıyorum.
Velhasıl işe yaradı. Sahte bir özgüvenle doldurduğu bakışlarının içi boşalıverdi, kof kof gözleriyle beni seyrederken dudakları titremeye başladı. Hırsla arkasını döndü. "Terbiyesiz!" dedi ve gitti. 
Tanrım! Ne kadar saçma ve ne kadar garipti...
Kıkırdama seslerine eşlik edip rüyamdaki -gecikmiş ve sanal- galibiyetimi kutladım. Herkes kendi rüyasına gülsün. Dağılalım.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Alamet

Sabahleyin daha son merdivenleri inerken içimde sürekli bir rahatsızlık, yarım kalmış yığınla işin sıkıntısı var. Yarım kalmış yığınla da işim var. Yeni taşındığım evde haftalardır çözülmeyen teknik aksaklıklar, işle ilgili ha oldu ha olacak, bugün yarın belki çözülecek sorunlar vs vs, bu liste dönerken kafamda söylenip duruyordum yine kendi kendime. Akşamımın ve uykumun çok güzel olmasına rağmen vasat başladı yani sabah.
Bu sabah bir işaret aldım. Tam bu sırada bir işaret aldım bugün, ama ne olduğunu söylemeyeceğim. Saniyelerce donup kaldım, bir şey söyleyemediğim gibi uyuşmuş aklımdan geçebilen tek şey bunun mızırdanmayı kesmem için bana bir uyarı olduğuydu. Büyük bir işaretti, diyordu ki:

-Küçücük beyninle sorun diye düşündüğün şeyleri sana böyle yediririm işte, isteseydim seni nasıl bir belaya sokabilirdim bak ve işte bu kadar da kolay olurdu. Görüyor musun? Doğabilecek sonuçlardan dolayı hayatın bile mahvolabilirdi. İstemiş olsaydım bunu ne durdurabilirdi ki? Hiç kimse, hiç birşey...Ne kader diyebilirdin, ne kadersizlik. İyi bak, seni böyle bir şeyden ben korudum, buna ben engel oldum ama olmayadabilirdim... O yüzden yakarırken de,  isyan ederken de, beni meşgul ederken de daha dikkatli ol.

Usulca yürüdüm, içim titreyerek...
Masama oturdum, internette haberleri okumaya başladım. Açtığım ilk sayfada ilk manşet Çukurca'da, şimdilik 24 askerin şehit olduğuydu. Gün aydın başlamadı.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Kirli Dünyaya Çocuk Getirme Şeysi

Biz çocukken izlediğimiz programları alternatif yokluğundan mı izlerdik yoksa sevdiğimizden mi bilemez hale geldim. Gözlerim kan çanağına dönüp, aynı biçimde saatlerce oturmaktan popom uyuşana kadar izlediğimi biliyorum. 

Şimdiki çocuklar da aynı şekilde eciş bücüş karakterler seyrediyorlar. Az çok takip edebildim sanırım popüler olanları: Pokemonla başladı, Teletubbies geldi. Ben Ten, Bratz...Bunları sindirmiştik aslında, hazmetmiştik ki, kartuuns sektörü yaş sınırını daha da aşağı çekti. Caillou türedi. Biz o kabak kafalı apalak suratlı gürbüz oğlana da alıştık. Ama geçen gün şahit olduğum kartuun girişimi yıktı geçti bünyemde bulunan bütün çizgi film sevgisini ve dahi sempatisini...Neymiş? Pepe! Pepe de bir garip oğlancık, soundtracke bakılırsa "Pepe çok üzülüyor, ama önemli olan oyun oynamak". Neresinden tutayım cümleyi. 

Hadi Pepenin hayat felsefesini çözdüm diyelim, onun için varsa yoksa oyun da maksat ne şimdi burda? Çocuklar hiçbir şeyi kafalarına takmasınlar, anne-babalar onlara sevdikleri "bisküvi"leri almak için çok çalışırlar. Onlar kafalarını böyle materyalist şeylerle yormayıp Monami'den, Play-dough'tan filan söz etsinler. Anneleri onlara sütün en tazesini, sulu boyanın en kalitesini alır zaten..Bu mu? Pedagoji? İşkembeden atmıyorum. Soundtrackle şok olmak beni yıldırmadı, oturdum izledim, ona göre konuşuyorum. Ürktüm.

Bu sene moda buysa ve sadece son on yılda Tom&Jerry'den Pepe noktasına gelindiyse, benim çocuğum ne seyredecek? Allah esirgesin...

Gelecek neslimiz acılara dertlere daha 1,5 yaşında karışacak. Üzüntülerin biri gidecek biri gelecek, evladım efkardan nereye tutunsa bilemeyecek. Ortalama yaşam süresi de hayli düşecek, e o da can, 3 yaşında ergenliğe giren çocuğum yirmilerini göremeden hayata veda edecek.

Üzülme çocuğum, annen seni bunlardan koruyacak. Hatta sana ninni bile söyleyecek. Düşün artık... Nasıl primitif ama nasıl delikanlı yöntemler...

Seni daima sevip kollayacak olan potansiyel annen.

To be or Not to be "There"

"Oyuncu, her gece yüzme bilmeden kendini okyanusa atma cesaretine sahip biridir."

" -Güzel, şimdi bir de doğaçlama seyredelim.
  -Tema yine aynı mı olsun?
  -Onu sen seç, daha farklı bir duygu olsun bana kalırsa, rahat davranın."



"-Şu telefona birgün biriniz baksanız ölür müsünüz acaba?!
-Sakız çiğniyorum!
-Duydum; şaşırdığım kısım ağzından çıkan gürültüden dolayı telefonu duymayışın değildi zaten tatlım.
-!?...."

Yetenek, fiziksel bir güçten öte tutkudan beslenen manevi bir güç. Haz denen şey de bu ikilinin ortasında yükselen bir doruk noktası. Zevkle yapılan şeyden alınan haz, kazanılan milyarlarca servet ya da dünya çapındaki ünle kıyaslanamayacak kadar "kişisel". Açıklamaya gerek yok o yüzden. Vücutta salgılanan hormonlardan, seviyelerinden, o saniye iyileşiveren yaralardan, geçiveren yorgunluklardan söz etmek de zaten yersiz.

Bu diyaloglar yaşandı o gün...Yetenek bir kıvılcımla bütün bir vücudu sardı, silkeledi, halden hale soktu onu.
Vücut istedi ki bu haz bir ömür sürsün, sürerdi de. Tutkudan besleniyordu çünkü onun yeteneği.
Unutulan çok önemli bir şey yine aynı dönemde kaşfedildi: Yeteneği ayakta tutan şeylerden biri tutkuysa, diğeri kararlılıktı. Bu olmadı mı her şey bir rüyadan ibaret oluyor, tadı damakta kalıyor, acısı içeride yaşamaya devam ediyordu. Perde çaresiz, hüsranla kapanıyordu.

6 Ekim 2011 Perşembe

Sanırım Failimi Tanıyorum

İyilik herkesin içinde yoktur, herkes iyi değil. 
Temiz doğmuş olmak başkadır ama iyi olmak başka. İyilik insana sonradan bahşedilmiş olabilir, ordan burdan edinilmiş olabilir, ama özünde hali hazırda var olmuş olamaz.

Zor günler geçirdim. Geçti. Yollar kat etmişim.
Bir kere çok sert düştüm. Başım filan dönmedi, gözüm kararmadı. Biri beni itti. İçinde iyilik olmayan biri. Temiz ama iyilik edinememiş biri. Anladım o zaman, iyilik kendiliğinden başka şeylerle bağlantılıymış, mesela samimiyet, sadakat ve hoşgörü ile. İyilik olmadı mı bunlar da ziyan olurlarmış. Düştüğüm an bu düşünce bir önermeydi.

Bir zaman yerde kaldım. İnsan kendini -sanki düşmek kendi suçuymuş gibi- zavallı hissediyor. Kahrediyorsunuz kendi bacaklarınıza güvenmediğinize, üstelik son derece kuvvetli ve dinç olduklarını bildiğiniz halde. Kendi kucağınıza düşüveriyorsunuz. İçinizde körüklenen bir ateş harlıyor gelip boğazınıza dayanıyor ve diyor ki size: "Sen kendinle varsın, kendine sarıl. Her kelime bir zıttı var olduğu için anlam yüklenir. (http://en.wikipedia.org/wiki/Binary_opposition ) Beyazı gösteren siyahtır, doğruyu gösteren yanlış, kadını gösteren erkek, iyiyi gösterense kötü. İyilik herkeste olsaydı, mutsuzluk, kötülük, ihanet gibi edebi fakat kötücül sıfatlara sahip olmazdık. O zaman bu düşüncem hipoteze dönüştü. Ben yine yerde oturdum bekledim.

Hiçbir şey yapmadığımı düşünmenize sebep olan şey, şu ana kadar kendimi maktül durumunda tasvir ediyor oluşum değil mi? Aksine, ben çok düşündüm. Şimdi de gülmenize sebep olan şey, düşünmek kadar statik ve stabil bir eylemle düşüşüme çare aramış olmam, öyle mi? Ben yirmi küsur senelik hallerimi düşündüm günlerce. İçimde sevmek denen şeyin kat ettiği yolların izlerini sürdüm. anneme babama olan saf sevgimle başladım; yol beni, komşu teyzelere olan nezaket sevmesine, okul servisindeki özürlü çocuğa olan acımalı sevmeye, lisede hoşlandığım ilk çocuğa duyduğum hayranlıklı sevmeye, üniversitedeki hocama duyduğum gıptalı sevmeye ve sevdiğim ilk erkeğe duyduğum bağlılıklı sevmeye götürdü. Düzdü başta yol, eğrildi, kıvrıldı, indi çıktı, sonra hep indi...Çok derinlerde aradım yolun sonunu, içimdeki sevmek denen şeye ne olduğunu bulabilmek için yürüdüm de yürüdüm.


Dalmışım...Biri beni uyandırdı. Tam toparlanıp ayağa kalkıyordum o sıra, hazmetmeye hazırdım her şeyi. Her şey insanlar için klişesinin ilk etabından geçmiştim işte, şimdi sırada okkalı bir hastalıkla yüzleşmek ve sonra da sevdiğim birinin ardında içimde ateş gibi bir acı bırakarak ölümüne tanık olmak vardı. Sonra ben de feleğin çemberinden geçmiş olacak, görmüş geçirmiş, pişmiş bir kadın olacaktım. Bu aşamada artık bu düşünce benim için bir teoriydi: İyilik özünde yoktu ademoğlunun. Elde eden iyiliği nerden nasıl bulmuşsa bulup giyinmiş, yeryüzüne huzur dağıtmaya, dünyaya dönmesi için sebep vermeye devam ediyordu işte.

Birinin bana dokunduğunu bile anlamadım başta. Kalkmama yardım etti, üstümü silkeledi, avuç içlerime üfledi.
İnsan konuşarak ve konuşturularak iyileşiyormuş, biliyor muydunuz? Elbette biliyorsunuzdur, bir dünya psikolog, danışman filan var, tamam. Ama inanın bu benim kendi keşfim, o bildiklerimiz gibi değil. Her psikolog/danışman içinize dokunamaz, izin vermezsiniz, içinizi loş ışıktan başka bir ışık altında asla göstermezsiniz. Çünkü onlar cevapları soru sorarak isterler. Kilit, sorular sormadan konuşturmaktaymış.
Velhasıl, ben o inip de dibinde kaybolduğum çıkmazdan yukarı tırmandım tekrar ve başka bir yola saptım. Şimdi bu yol tenha, açık, geniş ve uzun. Sevmek serüvenine devam ediyorum. Yol kenarlarında iyilik arıyorum, sanıyorum ki çalılıktan böğürtlen toplar gibi durup iyilik devşirebileceğim, laf işte. Benim iyilik edinme yolum bakarak öğrenme olacak gibi. Çünkü şimdi yanımda iyilik sahibi biri var, ona bakıp taklit ederek öğrenirim belki diyorum.

Her an yine düşebiliriz, ama bu sefer ağlar mıyız? Tabiki de ağlarız, hem de nasıl. Ama nekahat bu sefer uzun olmaz. Biliriz ki sapılan her yanlış yolun geri dönüşü var, yokuş bile olsa. Feleğin çemberinde ikinci imtihanı görene kadar bize daha bir şey olmaz, salarız alyuvarları akyuvarları üstüne, galip çıkarız.

Vaktiyle biri benim içimdeki, gözüm gibi baktığım insanlığımın canına kastetti. Nitekim yaptı da. Şu zavallı bedenimizi bilmem ama insanlığımız için reenkarnasyon var.

Kevser

Modern Adımlarla # eskiden içimden düşenlerden


Tilkiler turlayıp duruyor kafamda ama ulaşabildikleri ne bir fikir, ne sonunda dönüp dolaşıp varabildikleri kürkçü dükkânı var. Onlarca soruyu bir çırpıda aklımdan geçirip aynı hızla gelişigüzel dizilmiş cevaplar sıralıyorum ama hiçbiri sorduklarımın cevapları değil, sorularla cevaplar arasında bir eşleşme sorunu yaşıyorum. Aynı şarkı dakikalardır dönüp durmakta, rahatsız olmuyorum, düşünmemi engellediğinin farkında olsam da susturmak istemiyorum, tilkileri dinlemek zorunda kalırım diye olabilir mi? Sorduklarımın, eşlenikleri olan cevapları bulmalarından mı çekiniyorum?

Bir uçan balonda olsam şimdi, yüksekte, sis kümeleri gibi tombul bulutlara bir dalıp bir çıksam; incecik bir kumaştan, şifondan mesela, üstünde kırmızı gelincikler olan bir bluzum olsa tiril tiril, ve rüzgar ensemdeki tüyleri ürperterek boynumdan içeri süzülse, koltukaltlarım havayla dolsa, göğsüm kabarsa rüzgarın karnımı gıdıklamasıyla. Yükselmenin heyecanıyla avuçlarım terlese, uzatsam boşluğa rüzgâr kurutsa, serin serin geri verse ellerimi. Yalnız mı olsam balonda bilmiyorum, onu düşünmüyorum henüz, kendi hayalimi tamamlamadım. Aşağı bakamam. Yükseklik korkum var benim, ellerimle bileklerim uyuşuverir biliyorum. Ama bakmak da istemem ki zaten; aşağıdaki geniş yollar, tenimin altında mor mor, bazen de yeşil görünen incecik damarlarım gibi birbirine dolaşmış olurlardı bakacak olsam. Ağaçları yeşil kahve toplar olarak görürdüm ve yer yer minik kızıl çatı toplulukları. Bütün bu resmin altındaki zemin gene yeşil, toprak rengi yahut üstü grili taşlardan puanlı bir sarılık olurdu. Her şey her zamanki gibi… Bakmadan mı görüyorum ben şimdi bunları? Aklımda tuttuklarım mı bunlar, bakınca görmek istediklerim mi? Bu çizdiğim resimdeki kayıtsızlığım, hani tablo öyle bilindik öyle sıradan ki bu yüzden aşağı bakmak bile istemeyişim, tüm bunların oldum olası aynı olmasından mı? Çok şaşırır mıydım baktığımda yerler safi mavi olsa, ağaçlar beyaz?

Ben bir rengim, sen de öyle, o da, onlar da… Buna şaşırmazken, bundan daha doğal bir şey olmayacağını bütün entelektüel yanım, tüm sağduyum ve rasyonelliğimle ‘e herhalde yani’vari havalarla hazmetmişken, dünya ve dünyanın elemanları bir gün bilinenden başka renkte olsa ne diye şaşırırdım ki?
Rüyamda renklerle oynadım. Birinin ucuna diğerini ekledim. Kafayı bozmadım ama dikkat edin. Hepinizin her gün farklı platformlarda yaptığını safi renklerle yaptım yalnızca; bundan aldığım borçla öbürünü kapadım, çorbadan artan havucu salataya rendeledim, gömlekten artan kumaşla bizim küçüğe bir eteklik çıkarıverdim, ekmeğin artanını kuşlara ufaladım, kasada piyangodan çıkmış gibi etiket yarısı olduğunu öğrendiğim ayakkabının yanına etiketin zaten gözden çıkardığım diğer yarısıyla bir de çanta alıverdim… Sonra karıştırdım renkleri birbirleriyle, bir de öyle seyrettim. Sorularımın cevapları gözümün önündeki şekillerde birer birer isimlerini bulana kadar eşledim renkleri. Sonunda maviye kırmızı kattım, çıkan rengi beğendim; yanına laciverte sarıyı karıştırdım, onu da beğendim. Derken ilk sorunun cevabını gördüm.
‘Huzurla sevme’ idi bu. Telaşsız, hassas, sakince, sevecen… Ala değil, ebruli değil, iki akıcı, parlak renkten ibaret sade.

 Neden sonra sarıldık. Sonra da dans ettik, “modern adımlarla”.

Kevser

İç Döküntüsü

Evimin karşısında bir ilköğretim okulu var. Sabahçı-öğlenci olarak eğitim verdiği çok açık çünkü sabah 7 itibariyle ziller çalmaya, kendi çocukluğundaki müsamerelerde yeteri kadar mikrofona dokunup hevesini alamamış, topluluğa hitap etmek içinde ukde kalmış müdür ve müdür yardımcılarının eleştiren nidaları gelmeye başlar. Ve ben uyanırım. Dahasını da ekleyeyim: okulun iki çeşit zili var: Biri öğrencilerin teneffüs ve ders başlangıcını belli ediyor, ikincisi ise öğretmenlerin derse girmeleri gerektiğini bildiriyor öğretmenlere, tüm mahalleliyle birlikte. Ama bu zillerde bir sorun var ki bence çok büyük bir sorun. Öğrencilerin zili son zamanlarda türemiş "apaçi" diye tabir edilen, sempati duyduğum tüm yerlilerden ve yerli kabilelerinden soğutan müzik artığı. Bu nasıl mümkün olabilmiş? Öğrenciler alışılmışın dışında en ufak bir eğilim gösterecek olsalar -şekilsel olsa dahi- ortalığı birbirine katıp otorite kusan idareciler, bu hiç de onay görmemiş furyayı okulun içine kadar nasıl sokmuşlar? Ben dilekçe vermeyi de düşündüm. Kaldırılsın, doğru düzgün, alışıldık bildik bir zil koysunlar rahat edelim dedim. Hayır, biz de öğrenci olduk efendim bu nedir! Kravatımızı ümüğümüzden aşağı indiremediğimiz, gömleğin eteklerini pantolonun üzerinden sallandıramadığımız ve okula kesici-delici-teknolojik üçlüsüne mensup bir alet getiremediğimiz günlerden sonra bu genişleme (midesizlik bana kalırsa) bana fazla geldi. Sonra ayıp ettim ama, "Velileri ben miyim, kimse rahatsız olmuyorsa bana ne ki bundan? dedim. Oysa bir mahalleli olarak bile rahatsız olmam yeterliydi. Ancak insan her şeye alışıyor, ben bu zille uyanmaya da alıştım, sinirlerim de bozulmaktan vazgeçtiler.
Derken bu sabah zil sesi gelmedi. Deliksiz uyumuşum. Saat çaldı. Zil çalmadı. Okul yok mu yani? O sersemlikle bir pazar gününe saat kurmuş olabileceğimi bile düşündüm. Yavaş yavaş algı geldi: Bugün İstanbul'un kurtuluşunun yıl dönümü. Geldiğim günden beri içinde çalkalanmakta olduğum, ben de diğer İstanbulseverler gibi boğazına, yakasına, dalgasına, her bir şeyine aşık olayım diye beklediğim İstanbul'un kurtuluşu. Bugün İstanbul'a da ayıp ettiğimi anladım. 
Nasıl bir yüzleşme ve günah çıkarma gününe uyanmışım böyle...

5 Ekim 2011 Çarşamba

Sükuntı

Sustuklarımızdır bizi yontan. Evet evet, kelimenin tam anlamıyla yontuluruz biz insanlar da.
Sabır denen şey bu sürecin yalnızca bir aşamasından ibaret. Sessizce bekliyoruz, içimize attığımız bir sıkıntı yok aslında, kendimize haykırdığımız şeyler var. Mesele de sükuntıların sese dönüşebilmesinde...

Dönüşebildiği anlarda rahatlıyoruz. Elimizde değil, sosyal çevre, adap, edep, örf, anane, adet ve insanı zincirleyen sözcüklerden niceleri yüzünden elimizde değil. Şimdi rahat değilim. Mesele o mutlu azınlıktan olabilmekte.

Kötüye Kullanım Bildirmek İstiyorum

Öncelikle bir açılış konuşmasıyla giriş yapmama izin verin. "Blog yazarı" olmaktan önce, çağımız insanının teknolojinin arka yüzüyle yozlaşmasına bir güzel ayak uydurup günlük tutmaya üşendiğimden mütevellit, içimi burada dökmenin bana daha kolay geldiğini söylemek isterim. Popüler olsun gibi bir maksadı yok; gören okuyan olursa günlüğümü paylaşmış olacağım, hepsi bu. Bilenler bilir, benim sağım solum belli olmaz, bir gün içli, bir gün deli, bazen dertli bazen şen şakrak olurum. Muhtemeldir ki her hale denk gelesiniz. İyi seyirler.

Son zamanlarda etimde kemiğimde capcanlı hissettiğim çok keskin bir farkındalık ve akabinde bir hayal kırıklığı var. Efendim şöyle anlatayım: İki aydır hali hazırda çalışma hayatının bir köşesinden tuttum, adeta kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına. Bu süre zarfında her gün farklı bir şey hissettim; bir gün acele ettiğimi düşünüyordum, bir gün iyiki başladım bir an önce dedim, sonra durdum "Allah'ım harcanıyorum, bunu bana neden ettin?"e kadar vardığım, kendimi hezeyandan heyecana vurduğum, heyecandan alıp sükunete saldığım anlar oldu. Evet, ben çok tuhaf başladım iş yaşamına, ya da ben-merkezli bakınca bana öyle göründü. Velhasıl iki ay sonra bu gün ben, tüm gözlemleri süzüp, çalkantılarımdan bir özet çıkardığımda şunu görüyorum: Erkenden başlamak iyi oldu, ne olduğumu anlamadan itilip kakılma evresini çarçabuk atlatıyorum. Fakat bu sürede kendime saygımı ve özgüvenimi korumaya çalışmak yorucu oldu açıkçası. Her normal -vasat- insan gibi ben de "Çok daha iyilerini hak ediyorum" triplerine girdim, e giriyorum da. Dolayısıyla başıma daha iyi şeyler gelsin diye bekliyorum. Artık harcandığımı düşünmüyorum baskın olarak, ama yeteneklerim, yetilerim ve kişisel özelliklerimin tek bir irade tarafından manipüle edildiğini gördüğüm ve buna -en azından bir süre- izin vermek zorunda olduğum için kötüye kullanıldığımı düşünüyorum. Kendimi yönetmem konusunda kısıtlandığımı,  "hayır, evet, niyeki ya!?, olabilir" vb. tepkileri özgür irademle veremediğimi fark edip üzülüyorum. Bunlar bir yana da asıl şu koyuyor adama: genel olarak kapitalizm diye tarif olunan olguya "tertemiz hayalleri olan her genç kız gibi" ben de alet oldum ya...