27 Kasım 2011 Pazar

"his ishali"


Her mahlukatın var bir savunma mekanizması, kiminin rengi, kiminin dikeni, kiminin zehri...Beşeri mahlukatın da halleridir bu mekanizma bana kalırsa. 

Cıvık mizaçlı olanlar kabuklarının altında  korkularını saklarlar, sululukları gerçeklerini boğar. Ciddi görünüşlü olanlarımızın bazen acizlikleri vardır aşağıda, ya da unutmak istedikleri. Dalgın olanlarımız kaçmak istemektedirler her gün görmek, duymak zorunda olduklarından. Çok meraklı olanlarsa belki bir yer aramaktadır bu insan selinin içinde kendilerine, ispatlamalıdırlar kendilerini. Bir şekilde hepimizin ceplerinde başka başka kimlikler var hazırda işte; duruma göre, adamına göre muamele...

Çok yakınım olabilmişler ve olabilenler bilirler ki bu kabuğun altı yumuşak ettir, hassas, ağlak, içli vs. Romantik insanımdır da ben. (Romantizm anlayışım başkadır, klişelerden uzak. Mum ışığı, kırmızı gül, şuh -bence mal- bakışmalar falan. Bence o değil, yapay değil, herkesin yaptığı gibi değil. E peki sence nasıl? diye soranlara verecek bir cevabım olmadığından susmuyorum, benim romantizmim ilgili kişiden başkasıyla gereksizce paylaşılmayacak kadar mahrem benim için. Neyse.) İki kişilik olmayan, benim sosyal romantizm diye adlandırdığım bir kavram daha var ki bence duygusal olmakla karıştırılır. Bu romantizm türü, anlamı daraltıla daraltıla günlük hayatta yalnızca bir adamla bir kadının tutkulu ilişkilerini çağrıştıracak kadar sığlaşmış romantizm değil; arkadaşlarımıza eşimize dostumuza duyduğumuz, şefkat, sıcaklık ve samimiyet karışımı bir türdür. Ama az evvel, romantizmim değil, hisli ve içli yanım depreşti, o yüzden böyle soyut soyut başladı yazım da. Facebook'ta ev arkadaşım Zekiye tarafından etiketlendiğim "Hatıralar" şarkısı, hali hazırda duygusal bünyemi iyice bozdu, his ishali oldum. Hacettepe şenliklerinde Teneke cover'ı olarak dinlemiş, danalar gibi bağırarak eşlik etmiş, bir daha söyletmiştik. Ne çocuktuk, ne saftık, ne güzeldik. Teneke de tıfıldı daha o vakitler, daha nerede öyle "Yine Yazı Bekleriz" havaları.

Velhasıl bu üzüntülü hal, dün geceden beridir üzerimde yapışıp kalmış melankoliyle de el ele vererek beni yerden yere çarpmakta kararlı gibi. Dün gece Çağan Irmak'ın son filmi "Dedemin İnsanları"nı seyrettim. Konuyu az çok okumama rağmen yer-zaman olgusundan haberdar değildim, iyiki de değilmişim. Yer sürpriz olmasaydı belki bu kadar mutlu olmazdım gördüklerimden.


Hikaye darbe zamanlarında yaşanıyor. Bir ucu Girit'e dayanıyor, Yunanistan göçmenlerini işliyor. İzmir'de yaşayan bir dede-torun hikayesi, dedenin ailesi Girit'ten zorunlu göçle beraber İzmir'e göçüyor. Öteki çocuklar, siz "Yunan gavurusunuz" diye Ozan'la (küçük Çağan Irmak) alay ediyorlar. Onun da çocuk haliyle Türklüğünü ispatlama çabası var. Dedenin ağzından dinliyor, bir yandan da seyrediyoruz hikayeyi. Göç başlıyor, zor günler, vs. Dahası spoiler olur herhalde.

Hikaye güzeldi. Çağan Irmak klasiği olarak çağıl çağıl ağlamıyorsunuz ama çok güzel şeyler hissediyorsunuz, içiniz bir buruluyor bir açılıyor. 
Kısacık Erasmus döneminden sonra içimde bir ukde kaldı Ege ve her şeyi. Çok sevdim Yunanistan'ı da, insanını da. Ön yargılı olup sığırlık yapmasın kimse; ben ki gittim gördüm, geldiğimde de herkese anlattım burada sanıldığı gibi halklar arasında bir düşmanlık olmadığını. 
Filmde Ozan,  büyüyünce Girit'e, dedesinin doğduğu yerlere gidiyor, anılar yad ediliyor filan...Girit'ten epeyce görüntü var; mavi panjurlar, kireç evler, pembe begonviller, çok tatlı bir Yunanca. Nasıl heyecanlandım, ne kadar özlemişim. En çok kendimi gördüğüm an ise, Ozan'ın sokaklarda rastladığı Yunan esnafın istisnasız olarak, Greek Coffee ikram etmekte ısrarcı olması ve ilk laflarının -ki benim duyduklarımla kelimesi kelimesine aynı- "Türklerle Yunanlılar dosttur, gerisi siyasettir" olmasıydı. Gidin izleyin. Benim içi ısındı. Belki o taraflara hem tanıdık olduğum hem de takıntılı olduğum içindir tabi, bilemem. Yalnız filmin sonundaki şu şarkı koltuklarımızda kalmamıza ve sanki çok lezzetli bir tatlı yemişiz de damağımızda bıraktığı tadın keyfini çıkartıyormuşuz gibi gülümsememize sebep oldu.


(Filmde başka bir kadın seslendiriyor, Katherina bişey.)

Dinlediyseniz cumartesiye götürüyorum sizi.

Seyrettiğiniz üzere bu hafta sonu geçen hafta ki stabil hafta sonumdan sonra daha hareketli geçti. Hem fiziken, hem ruhen. Evet ruhen, çok farklı duygular yaşadım şu iki gün içinde. Coşku, kaygı, heyecan, mutluluk, üzüntü, özlem...ve dehşet.

İş arkadaşım Ecem'le hamama gittik. Benim ilk tecrübemdi. Ne alınır, nasıl gidilir gibi kısa bir ön hazırlıktan sonra kendimizi hamamda bulduk.

Efendim, hamam sosyoloji okuyan ve dahi masterını yapan kimselerin mutlak gitmeleri gereken güzide bir sosyal ortam imiş. Bilmiyordum, gördüm. Filmlerde görülenden farklı bir mekan değildi fiziki ortam açısından ama benim gözlem yaptığım, hatta gözlem yapmaktan kendimi alamadığım konu bizdik, kadınlar...

Üzerimize epey düşündüm; evet hem keyif yaptım hem düşündüm. Toparlayamadım düşündüklerimi, bir ucunu bulamadım, Genesis'e kadar gittim, Adem'i bile düşündüm... İki cins olarak yaratılmışız, kadınsınız ya da erkek. Anladım ki kadın olmak erkeklerin varlığıyla mümkünmüş. Kadınların davranışlarını biçimlendiren erkeklermiş. Ve tabi erkeklerinkini de kadınlar. Safi kadın ortamında "kadınlık" diye bir kavram yokmuş. Herkes aynıymış ve bu aynılık, erkeklerin yanında "arsızlık" sayılabilecek davranışları, kadınların yanında ortadan kaldırırmış. Tamam, daha açık olalım. 
Yahu neredeyse üryan geziyorlar efendim!
Gördüm ki çıplaklık kavramı erkek varsa bir kavram. Soyunmuşsanız, ancak bir erkeğin yanında size "çıplaksın" denilebilir. Çünkü kendi aralarında çıplak olduklarını düşünmüyorlar. Peştamal kullanmıyorlar. Bikini ya da çamaşır kullanan bir kaçına çok şükür rastladık. 

Ecem de ben de hamamlarda büyümüş, olayın kaşarı olmuş kimseler değiliz. Aldı bizi bir gülmek...Bulduk birer tas, oturduk bir kurnanın başına. Gerilen kaslarımız az sonra başlayan kese ve masajla gevşedi neyse ki, mayıştık. Kelimenin tam anlamıyla "cillop" gibi olup çıktık. Ayrıca  bedenlerimize olan güvenimiz neredeyse arşa çıktı; gördük ki selülitlerimizle, fazla kilolarımızla barışık olmalıymışız, çünkü yaşlanınca bunları mumla ararmışız. Bunlar sizi yıldırmasın. Hamam kesinlikle önerilir. Ama ben gördüklerimi söyleyeyim de, gitmek isteyenler ona göre gitsinler. Daha küçük yaş gruplarında şoka sebebiyet verebilir belki bu durum; malum, ergenlik çağındayken yaşlılığımızı düşündüğümüzde daha fazla korkarız, değil mi? 

Çok sevilenle geçirilmiş güzel ve sakin bir pazar gününün ardından, hem onun gidişinden hem de pazartesinin gelişinden ötürü otomatik olarak üzülmeye meyletmiş bünyem, içime üşüşen "hatıralar"la şu güzelim İstanbul akşamında bir kez daha ıstıraba gark oldu; mahv-ı perişan, adeta tarumar oldu. Bayağı üzüldüm işte.
Ama filmin ardından Gülbahar'ı dinlerken ki haz gibi;  pazar biterken, son iki günde yaşananları uzaktan seyrederek yazıya dökmek ve bir kez daha tazelemek de, iyi geldi.












24 Kasım 2011 Perşembe

Bugün hazır yiyiciyiz

En güzel günlerimin üç mel'un adamı var:
Ben sokakta rastlasam bile tanımayım diye
en güzel günlerimin bu üç mel'un adamını                  
yer yer tırnaklarımla kazıdım
hatıralarımın camını..                                              


En güzel günlerimin üç mel'un adamı var:                                                    
Biri sensin, biri o, biri ötekisi..
Düşmanımdır ikisi..


Sana gelince...
Yazıyorsun..
Okuyorum..
Kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa,
insanın bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum..
Ne yazık!..
Ne kadar beraber geçmiş günlerimiz var;
senin ve benim
en güzel günlerimiz..
Kalbimin kanıyla götüreceğim ebediyete ben o günleri..
Sana gelince, sen o günleri -
kendi oğluyla yatan,
kızlarının körpe etini satan bir ana gibi satıyorsun!.
Satıyorsun:
günde on kaat,
bir çift rugan pabuç, sıcak bir döşek
ve üç yüz papellik rahat için...
En güzel günlerimin
üç mel'un adamı var:
Biri sensin, biri o, biri ötekisi...
Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi...


Sana gelince...
Ne ben Sezarım,
Ne de sen Brütüssün...
Ne ben sana kızarım, ne de zatın zahmet edip bana küssün..
Artık seninle biz,
düşman bile değiliz..

NAZIM HİKMET

22 Kasım 2011 Salı

mazeretsiz asabi


Bir aydınlanmanın eşiğindeyim. Kendi içinize bir yolculuk gibi düşünün bunu, eksiklerinizi, doyurulmamış yanlarınızı keşfediyorsunuz...Öyle ki bütün benliğimi sorguluyorum, bildiklerimi gözden geçiriyorum; kendimle kıran kırana bir mücadele içindeyim...
Angry Birds oynuyorum. 
Ya.
Bir grup tombul kuşun yumurtalarının çalındığını fark etmeleriyle başlayan gerginlik, akabinde hısımlar arasında yaşanan itiş kakış arbede ve ardından yerini alan ebedi düşmanlık...Tabi canım, var bir felsefesi oyunun.

Birin biri, üçün beşi derken, -demek ki- içimde Mario'dan beri hiçbir oyunun dolduramadığı bir boşluğu doldurduğumu fark ettim bu oyunda. Ben ruh hastası bile olabilirim. Tam teşhisimi henüz koymadım ama, kuşlara kızıyorum, yeşil domuzların kafasını gözünü patlatmak istiyorum.

Bence Angry Birds'ün memurlar arasındaki popülerliği tavan yapacak; kamu kurumlarında solitaireden sonra en çok oynanan oyun olması an  meselesi. Bu konuda istatistiklere öncülük edecek memur kesimden, Ankara'dan, haberleri bekliyorum yakın zamanda. Zaytung'a düşmesi de muhtemeldir bence, oradan bir "muhabir" konuyla ilgilense keşke. Ama gelelim asıl rahatsızlığıma...

Lise hocalarıma çok kızgınım. Hem okulda hem dersanede, yabancı dil bölümü seçtiğimden beri zaten gereksiz, yersiz, atıl öğrenciler kapsamında değerlendirildik. Hadi bunu hazmettik derken müfredatımızın da bizi tek yönden "geliştirmek" istediği aşikardı. Felsefe, sosyoloji gibi, lisede asla sallamayacağımız kesin olan ancak bir matematikten ya da fizikten çok daha acilmiş gibi düşünülen dersler koydular önümüze. 
Hayır sayın bakan ya da ötekiler! Bunlar da hayatiydi evet, ama tek başlarına eksiktiler. Nitekim olmadı işte. Bana kısacık fizik (sayısal) hayatımda, sadece bilmem kaç santimetre küplük alanını bilmem ne kadar gümüşle doldurduğum kütükleri, denge noktasını hesaplamaya uğraştığım çubukları, kaç kere döndürürsem yerine oturtmuş olacağımı -Allah beni kahretmesin!- bir türlü çözemediğim vidaları öğretmenin yanı sıra; iki saat de atışları öğreteydiniz ya... 

Bunu geçen gün oyunu bilgisayarıma indirirken Onur söyledi. Atış bilseydin vururdun hepsini dedi. Ay içime oturdu! Ben bilmiyorum o mancınığı kaç derece gerersem o lanet yeşil domuzların kafasına kafasına düşebilirim...Öyle büyük zayıflık ki temel fizik bile bilememek, kendini böyle basit bir oyunda bile gösteriyor işte. Sonra sen otur ezbere say kızım romantikleri, klasikleri, yetmedi neo-klasikleri...Tabi ciddiye almazlar seni, iki kuş fırlatamıyorsun...

Bilmiyorum işte, bir anlığına hakikaten ciddiye aldım durumu bugün. El kadar çocukların çatır çatır oynadığı, level / score tanımadığı şu zamanda hala...Şu cümleleri hatırlıyor musunuz?

"Ayyy, Candy inanma şu cadıya; Anthony ne yakışıklısın"
"Mario'da değirmenlere geçtim, daha üç canım var" 
"Tasoların hepsini keydim" gibi, seneler önce kurulmuş cümlelerin sıcaklığına sığınmak zoruma gitti bir an.

Saide "asabi guş" diye çevirdi bunu, biz de  çok sevdik. Artık tepem atınca asabi guş oluyorum. Tepemin de bir çok şeye kolayca atabildiği, dişe dokunur ele gelir kayda değer sebepler aramadığı düşünülünce; asabiyet oluşumdandır, kendimdendir. İnşallah hiç rast gelmeyesinizdir.





21 Kasım 2011 Pazartesi

Tarihi-mdeki Devirler


Sonbaharın güneşli bir cumartesisindeyim. İstanbul’da, en azından benim mahallemde, sonbahar renklerini seyredebilmek pek mümkün değil. Ankara’da Bahçelievler’de oturuyordum, her yanım ağaç, her yanım park. Bazı arkadaşlarım albümler paylaşıyorlar sonbahar temalı, sağ olsunlar, çok mutlu oluyorum. Bir de kafamdan büyük bir azim ve şevkle, bölükler ve taburlar halinde kopup giden saçlarım, sonbaharda olduğumuzu gözüme sokup duruyorlar.  Ahenkliler fakat kafamda değil; yastıklarda, parkelerde, lavabolarda…

Zorlanarak uyanmadım, normalde acırım cumartesi sabahlarıma. İşe gittim. Bugün ilk defa spor- yani aslında üç buçuk ay önce hep olduğum gibi- giyindim; şaşırdı insanlar. Siyah kotum, bol gömleğim, çizgili hırkam ve botlarım... Saçıma bir at kuyruğu, gözüme bir kalem, oldu bitti. Tırıs tırıs yürürken kendimi çok mutlu hissettim, sırf bu yüzden evet.

Bu hafta sonu tamamen bana ait, kimseyle görüşmeyeceğim, bir planım da yok. Bu günü temizliğe, evi toplamaya ve yemek yapmaya ayırmak istedim. Yarın da güzel bir kahvaltı, devamında da kanepe, battaniye, kahve, kitap, dizi, film serilerimden tasarlıyorum.
Yemek tarifleri topluyorum internetten ve kitaplardan, yapacakmışım gibi…Hayli ironik olarak, çalışmaya başladığımdan beri iki üç kez tarhana çorbası, makarna, omlet yapmak ve hazır yemekleri ısıtmak dışında mutfağa girmişliğim yok. Ben ki öğrenciyken “döktürürdüm”.  Kızlar bilir en iyi. Şimdi canım yapmak da istemiyor, halbuki yalnız yaşayan hatunların başlıca fantezilerindendir bu mutfağa girme olayı. Evi tutarken benim de öyle olur zannediyordum. Tembelleştim ben.

Hafta sonum durağan, sıradan, kısa ve öz, harikaydı. Pazardan sonra bir gün daha olsun çok istedim; bir de bir sallanan koltuğum. Ne kadar güzel olurdu. İkea’nın sitesine girdim hemen, madem  İkea evimizin her şeyi, kuru kuru hayal etmeyeyim diye. Ama şimdilik benim saf hayallerimde kalmasına karar verdim koltuğumun, tuzlu geldi fiyatlar.

Pazar günü saat çalmadan uyandım, ne hoş.  Alarmsız, abuk okul zili, kepenk gürültüleri olmadan…

Pek çokları için olağan fakat benim için artık müthiş addedilen biçimde kahvaltımı yaptım. Zeytin benim için zeytin değil; kömür karası, yumuşak, nemli, zifir bir maden... Sucuklu yumurta alelade bir sucuklu yumurta değil, ya da peynir… Evet abartıyorum. Ne var? Açız.




Kahvaltı seansım sonrasında annemlerin gidişinden sonra (bir ay kadar) ilk kez böyle temiz olan evimde oturdum, tam da cumartesi planladığım gibi kitap okudum. Larsson’dan Millennium serisini okuyorum bu arada, ikincisindeyim. Bestsellerları biraz geriden takip ediyoruz gerçi ama açığı kapamaya çalışıyorum. İlki daha heyecanlı olmasına rağmen daha bildik bir polisiyeydi bana kalırsa; ikincisi, nasıl denir, daha fantastik. Bitirebilirsem tez zamanda paylaşırım görüşlerimi.
Sonra iki saat kadar puzzle yaptım. Ben bir puzzle canavarıyım. Arkadaşlarım ev hediyesi olarak bana puzzle hediye ettiler. Biraz değişiğiz biz, bahsetmiştim. Ben paketi görünce Borcam filan hayal etmiştim, olmadı.

Evi temel ihtiyaçlar için kullanmaya alışık bünyeme bu kadar uzun zaman evde kalmak yaramadı, dışarı çıktım. Biraz yürüyüş yaptım, sonra fix mekan Marmara Forum’a yöneldim. Tüm İstanbul günü orda geçirmekte kararlıydı anlaşılan, kendime bir yer bulamadım. Çıkarken gelecek programa göz attım. Elif Şafak cumartesi imza gününe gelecekmiş.

İstanbul'da geçirdiğim -burada kaldığım hafta sonları içinde- tek başıma geçirdiğim ilk hafta sonum. Şimdiye kadar hepsi ya bir gezme, kaçıp giden saatlerden sonuna kadar faydalanma çılgınlığı içinde geçti, ya da bu dar vakitlerde ailemi görmeye gittim. Artık Ankara'ya dönmek ya da başka bir yere yerleşmek gerçeklikten çok uzak düşünceler olduğuna göre ve İstanbul beni de avucunun içine aldığına göre, artık buralıyız demek ki. Adapazarı'ndan bindiğim ve Ankara, Konya, Atina, İstanbul derken yıllardır dolaştığım, her durakta indiğim tren son istasyona geldi. Bu hafta sonu burada yerleşik yaşama geçtiğimin kanıtıdır benim için. 
Haftaya da pencerenin önüne saksılar koyup, içlerinde domatesle sivri biber yetiştirmeye başlayacağım ve böylece devrim tarımla da tanışacak. Madenler filan sonra.




16 Kasım 2011 Çarşamba

Buyrun, içerden bakalım

Ben küçükken sanırdım ki Çokokrem reklamlarındaki anne gibi olunca kızlar çok mutlu oluyorlar. En tatlı sabahlar çokokremle başlayınca, ahşap yemek masasında toplanmış kravatlı-gömlekli güleç kocanın, çokokrem sürülmüş ekmeklerini ısıran mutlu çocukların ve sürekli gülümseyen annelerin günü hep öyle devam ediyor filan sanırdım. Şimdilerde bu abartılmış mutluluğun akışkan yapaylığını düşünüp, her gün yaşadıklarımızla eşleştiremedikçe öfkeden neye saldıracağımı bilemez oluyorum. İzlediğim her şeye inanmasaydım, her inandığım şeye etiket vurmasaydım, şimdi böyle hissetmezdim. Mutlu aile tablosu dediğin o reklamdaki gibi olurdu mesela. Duygularımı raf raf ayırdım, her rafa da başka etiket yapıştırdım etrafımda izlediklerim ve gördüklerim doğrultusunda. İyi etmedim. Kızıyorum kendime, duygularımı şekillere soktuğuma, ve o şekilden başka bir halde gördüğümde aynı duygumu tanımadığıma.

Şimdi zannediyorum ki sabahları perdeden sızan güneşle uyanıp gerinmeden, o sırada mutfaktan kızarmış ekmek kokusu burnuna gelmeden, yavaş yavaş, telaşsız ve acelesiz kahvaltını etmeden mutlu olunamaz. Olamıyorum. Gece yatmadan giyeceklerimi hazırlıyor olmam benim düzenli bir hayat sürdüğümü göstermiyor bence; koşturduğumu, gecikmekten korktuğumu ve gecikmemek için anlarımdan çaldığımı gösteriyor. Eşyalarımı giyilecek sıraya göre diziyor oluşum ise, düşüneceğiniz gibi, günler-aylar-yıllar zincirinde memur/çalışan insanların gayri ihtiyari kazandıkları tuhaf alışkanlıklardan biri değil; benim pek de sağlıklı olmayan bir başlangıç yaptığımı gösteriyor. Ben kendi zamanlarımdan çalıyorum, başka bir anıma ekliyorum; sanki başkasının kasasından çıkarmış, başkasının kasasına kazanç olurmuş gibi. Kötü...

Ben küçükken Pamukbank vardı, bir de Akbank çok revaçtaydı. Akbank reklamlarında genç kızlar oynardı. Statü kazanmışlar, özgüvenli, güleryüzlü, başarılı ve yoğun. Bastım etiketi; bu hatunlar mutlu, para ve saygınlık çok önemlidir. Ekonomik özgürlük her şeydir. Bu etiketi yanlış bastığımı düşünmüyorum bugün, sadece eksik kalmış, rötuşsuz, ham...
Çalışmak, işe yaradığını hissetmek, her an insanlarla iletişimde bulunmak güzeldir ama hangi kadın dergisinde çalışan kadının kendine zaman ayıramamasıyla alakalı bir makaleye, örnek bir çalışan kadının biyografisine yahut çalışan kadına mutluluk getirecek küçük ipuçlarına rastlamayız? Bu iki durum birbirini tamamlamaya uğraşan yorgan ve yüzü gibi, ya biri ya öteki kısa. İkisi de öteki olmadan biraz eksik.

Şuncacık tecrübemle çalışan kadın psikolojisi üzerine atıp tutmayacağım, maksadım o değil. Henüz çözebilmiş de değilim o konuyu. Benim asıl içinden çıkmaya çalıştığım nasıl hissettiğim.
Öğrenciyken kendimi çok sefil bulduğum zamanlar olduğu kadar, mutluluğumun tavan yaptığı, heyecandan zıp zıp zıpladığım, bir beklentiyle günü kıvranarak akşama vardırdığım, rengarenk günlerim vardı. Bir sürü sebepten ötürü. Yarın ne olur bilemezdim. En kötü günlerimi de en keyifli zamanları da bu senelerde yaşadım, muhtemelen herkes gibi. Tüm zamanlar benimdi. Meşhur sıçtın mavisine istediğim kadar dalabilirdim, istemezsem yapmazdım, istersem giderdim, ama istemezsem bu seferlik kalırdım. Bana ben hükmederdim. Dokunabileceğiniz derecede özgürdüm. Özgürmüşüm.

Şimdi de kimse boynuma ip atmış değil, bu satırları zindandan yazıyormuş gibi davranmak istemiyorum tabiki. Nankörlük etmiyorum ben, sahip olduklarımın farkındayım; kendime kendi içimi döküyorum. Çok değil geçen sene, yine oradan oraya ama tolere edilebilir bir hayatım, arkadaşlarım vardı çevremde. Yalnızlık çektiğim doğru. Hanginiz çekmiyorsunuz ki?
Önceden boş zaman dediğimde ya okunacak bir kitabım, ya bir angarya işim olur, onu bu zamanlarım da halletmem gerekirdi, gene tam anlamıyla boş olmazdım o zamanlarda. Şimdi gerçek manada boş, kelimenin hakkını vere vere boş zamanlarım var, akşamları. Ama bu bana yetmiyor. Ben gündüzü istiyorum.

Eski rutinimin içinde çeşitlilik vardı; okul, kampüs, Kızılay, Bahçelievler, ev, iş, kurs, mağaza, vezne, büfe, market, sinema, cafe, kütüphane, otobüs, gişe...Sonra, farklı arkadaşlarımla farklı konular konuşurum ben, o zamanlar bunun özgürlüğünü de yaşıyordum doya doya.

Suç var mı ortada bilmiyorum ya varsa kime atmalı onu da bilmiyorum. Bulsam çok rahatlardım hani. Neyse. Sahip olduğum her şeyi eski haliyle geri istiyorum. Birçok insanlar aynı dilekte bulunduğumuzu biliyorum. Artık büyük kısmının imkansız olduğunu da. En azından, kalanların tadını doyasıya çıkarabilseydim, şu sonbaharın depresif günlerinde teselli bulabilirdim.

Elimdekilerden memnunum tamam, sadece akşamları da olsa kendime- sadece bana ait- zamanlarımın olduğunu da hazmettim hadi, ikna oldum; ben bu vakitleri eskisini andırır vaziyette geçirebilmek istiyorum. Lakin...
Babamın bir sözü vardır, babasından yadigar kalan: Hem şoför mahali olacak, hem cam kenarı, hem iki buçuk lira. Yok ya.

15 Kasım 2011 Salı

Geçenlerde Singapur'daydım ben de...

Hep söylerim, insanoğlu kuş misali diye. Bu yazımda sizlere, bayram öncesinde ve süresince yaptığım Singapur gezmesinden bahsetmek istiyorum. “Patron”um, ailesi ve ben bir iş seyahatine çıktık. Beraber iş yaptığımız Bangladeşli bir iş adamıyla hem toplantılar yaptık, hem aileler kaynaştı, pek mutlu oldular, canım… Sen n’apıyodun bu tatil tablosunda diye soracak olursanız, ben başta çevirmen-asistan vasıflarıyla katıldım bu seyahate. Görev tanımımın check-in check-out işlemleri, tur rehberlerinin çevirmenliği, hatta çarşı pazarda çatır çatır pazarlık yapmaya kadar genişlediği zamanlar oldu. Çok farklı kültürler, iklim ve insanlar gördüm. Yorucu ve stresli kısımlarla tamamen şahsi bölümlerimi müsaadenizle kendime saklayarak, sizi biraz Singapur’a götüreyim.
(Bu fotoğraf internetten araktır, ben becerip de böyle bir tane çekemedim)

Türk Havayolları ile yaklaşık 11 saat kadar kesintisiz ve neyse ki tutulmasız bir uçuştan sonra Singapur’dayız. 4 Kasım, saat öğleden sonra 4, aramızda 6 saat fark var. Hava öyle nemli ki, bir anda göğüs kafesim ağırlaştı. Bu duyguyu birkaç sene önce, ev arkadaşım Zekiye’yle İskenderun’a indiğimde yaşamıştım. Havadaki ağırlık ve yapışkanlık…

Seyahatimizin her dakikası dolu dolu geçti. Singapur'un en ünlü, alışveriş caddesi olan Mandarin Road üzerindeki Mandarin Orchard otelde kaldık. Bu açıdan keyfimize diyecek yoktu doğrusu. Akşam üstü vardık, yerleştik, cadde turuna çıktık. Acayip bir kalabalık vardı sokaklarda, öğrendik ki orada da cuma akşamları civcivli oluyormuş. Restoranlar pek acayip, hepsinin girişinde “please wait to be seated” levhaları. Nasıl yani? Çatır çatır otururum cam kenarına... Orada öyle değil, her şey son derece tertipli, tertemiz, düzenli, kurallı...Sakız satılmıyor marketlerde, en büyüklerinde bile.  Sakız çiğnemek yasalarına göre suçmuş, ve altındaki temel mantık, kaldırımlarda bizde olduğu gibi gri, yamyassı, milyonlarca kez üstünden geçilerek taşın bünyesine katılmış sakız lekelerinden oluşmasını önlemek. Sakızı eczanelerde belli gramajlarda bulabiliyorsunuz. Yasak dediler ya, insanın çiğneyesi geliyor. Türkiye'den stoklayıp gitmiştim ben de, çiğnedik gitti, edebimizle tabi, belli etmedik renklerimizi öyle hemen.

Singapur bir şehir devlet ve aynı zamanda bir ada ülkesi. Halkının çoğunu Çinliler ve Hintliler oluşturuyor. 1963'ten beri özgür, cumhuriyetle yönetiliyor. O güne kadar Britanya sömürgesiymiş. Sir Thomas Stamford Raffles Singapur'un kurucusu sayılıyor. Aslan figürü ülkenin sembolü, aynı zamanda Raffles'ı da simgeliyor. Raffles adında pek çok cadde ve bir de güzel bir otelleri var. İngiliz’in girdiği yerde n'olur? Trafik sağdan akar, her şey sistemlidir, İngilizce bilinir, parlamentosundan ticaretine İngiliz izleri görülür. Aynen de böyle işte. Yer altı-üstü bir zenginliği yok. İkinci gün çıktığımız şehir turunda rehberimiz dedi ki, Singapur kurulduğu andan itibaren eğitime adamış kendini, tüm yurttaşları eğitmeye ve ülkeyi endüstriye yöneltmeye çalışmışlar canla başla. Canla başlayı ciddiye alın bence. Adamlar Çinli, hakikaten karınca gibiler, her yerde iyi çalışıyorlar. Devlet endüstrileşmeyi teşvik etmiş, yurtdışından “beyinler”e çok önem vermişler. Hala da okuyan, akademik kesim konusunda çok hassaslarmış. Nitekim Singapur dünyanın en büyük limanlarından biri olmuş bugün, her gün tonlarca gemiye, tankere liman oluyor. Finansal anlamda Singapur Asya'nın İsviçresi imiş. Bu benzetmeyi o civarda herkes bilirmiş. Dünyanın her yerinden iş adamları paralarını Singapur bankalarına yatırırlarmış, yasaya göre başka hiçbir devlet ne suretle olursa olsun buradaki bir hesabın dökümünü, girdisini çıktısını asla öğrenemezmiş. İnsanları açısından bakarsak herkes çok görgülü, sakin ve eğitimli oldukları çok belli. Bir kez olsun korna sesi işitmediğimiz gibi, bağırarak konuşan, asık suratlı ya da alelacele milleti çiğneyerek koşturan insanlar da görmedik. 

Ekvatorun havasından da olsa gerek, adamlar yavaşlar. Havası ayrı tabi de mali durum da var bir de bu müreffeh kardeşlerimizin gülen suratlarının altında. Singapur deli gibi pahalıydı. En vasat markalar Harvey Nichols, Zara filan. Her yer Prada, Gucci gibi, yine orta direklere hitaben açılmış küçük esnaf dükkanları işte(!). Gördüm ki “Devil Wears Prada” boş laf değil efendim. Ben ki, demişimdir, modadan anlamam, paralar dökmem...Olsaydı cebimde birkaç bincik dolarım, saniye düşünmezdim o ayakkabılardan bir tane alabilmek için. İnsan nefsi işte, istiyor, geçelim.

İlk gün şehir turundan sonra Jurong Kuş Parkı’na gittik. Biraz uygarlaştırılmış bir cangılda envai çeşit kuş. Görsel olarak her şey çok güzeldi. Devasa bitkiler, karmaşık upuzun otlarla beraber film setlerini andırıyordu biraz. Tek sıkıntımız hava oldu. Park içindeki trenle etrafı yukarıdan seyretme, dallardaki yuvalara yakından bakma şansımız oldu.

Aynı akşam iş ortağımız ve ailesiyle ilk buluşmamız yaşandı. Bir Meksika restoranında görüştük. Ben konumum gereği devamlı olarak konuşmak zorunda kaldığımdan nefis Nacho'dan ve Türkiye'de yediklerimizden katbekat lezzetli Fajita'dan çok az yiyebildim. Sinir oldum. Evet bu benim için üzücü bir durum, yemek yemeyi severim bilirsiniz. Akşam çok keyifli geçti genel olarak, grup birbirini sevdi, sohbet fazla ittirilmek zorunda kalmadan aktı. Tatlılarımızı başka bir restoranda açık havada yedik. Ben tavsiye üzerine Sticky Pudding istedim. Bizim irmik helvasına benziyor, daha yapışkan ve biçimli olanı ve üzerinde hurmayla çikolata sos eşliğinde servis ediliyor, ölüyorsunuz, hazdan bir anlık çeneniz kilitleniyor, too delicious bile diyemiyorsunuz (ayı gibi gömülüp tatlı yiyen görgüsüz insan görüntüsü veriyorsunuz).
Bugün bayram. Türkiye'dekinden tamamen farklı olarak, öncesinde cam kapı silmedim, halı kilim silkelemedim, dolma sarmadım ya da baklava kesmedim. O sabah bayramda bir ilk olarak, uyudum. Geç kalktık. Bayram gibi değildi asla. Ama çok geçmeden ağzımın payını alacaktım. O dolmalar bir hayal olup yeşil yeşil gözümün önünde uçuşacaktı ve ağzıma attığım her lokma baklava olmak arzusuyla yanıp tutuşacaktı. Ortağımızın evine, öğlen yemeğine davetliydik. Gittik hediyelerimizi verdik, bayramlaştık, yersiz uzunlukta, çevir çevir içimin bayıldığı teşekkürleşmeler, rica etmeler, o sizin inceliğiniz, hayır sizin inceliğinizler filan. Neyse, o gün yemekler evde hazırlanmıştı, Bangledeş-Hint mutfağından seçmeler… Baharatlar hakikaten güzel ama kullanım biçimleri beni pek açmadı. Tatlı-tuzlu-ekşi her şeyin içinde mutlaka safran ve kök tarçın bir aradaydı ki bazı tatlar için hayli rahatsızlık vericiydi bu bana kalırsa. Yemeklerin bir kısmı oldukça lezzetliydi ama bizim mutfağımızdaki o sunum, görsellik bence onlarda yok. Biz iftarlarda ya da özel yemeklerimizde pilavı dahi bir kaseye koyup üzerini bastırır, sonra servis tabağına ters çevirip kalıp gibi çıkartırız. Bu, tabakta bir estetik, bir düzendir. O gün yediklerimizde her şey iç içeydi. Ellerine sağlık tabiki, o kültür için eşsiz olan, en kıymetli ve zahmetli yemekleri sundular bize. Tatlılara geçerken ve sonrasında iş konuşuldu, bu kısımlar sıkıcı bölümlerimiz.
Aynı günün akşamında gece safarisine gittik. Dönüm dönüm arazi; üzerinde ne bir tel, ne bir kafes, ne bir camekan... Her tür yaban hayvanını salmışlar kendi hallerine. Turistlere de her yanı açık bir tramvay vermişler, koskoca ormanda bir tane ışık yok ayınkinden başka. Tramvay başlıyor dolaşmaya, nedendir bilinmez(!) rehber en önde, camlı bölmenin içinden havlı havalı konuşuyor. Uyanık! Yanından geçtiğimiz her hayvanın kılına tüyüne kadar bilgi veriyor... Aklıma Ata Demirer'in gösterisinde, aslanlar ilgili olan bölüm geldi o zaman. “Adam:Kısa kuyruk bize çok alıştı! Aslan:İndir bakayım o camı, kim kime alışıyor!” Durum öyle de olabilirdi. Hayvanları uyuşturmuşlar ama insanız yani, ikna olunuyor mu hemen öyle “ heh aman iyi, uyuştularsa tamam”... Aslan diyorum ya, kocaman, yaban domuzları, filler, sırtlanlar, yarasa, impala...45 dakika sürdü. Müthiş heyecanlıydı. Sandalyelerimizdeki ıslaklığın adrenalin sızıntısı olduğuna inanmak istiyorum hala.
Geceyi mahlukatın şovuyla bitiriyoruz derken başımıza başka bir iş daha geldi. Patronumun kızı bir piton gösterine gönüllü oldu, omuzlarında piton, korkudan ağzını açamaz durumdayken, yabancı dil konusunda da sıkıntı yaşar gibi oldu sahnede. “Yetiş Kevser!” bakışı gördüm yüzünde, görmezlikten gelmek çok istedim tabi. Kıyıdan kıyıdan sahnenin yanında dikilip yardım ettim. Ben ki sahneleri severim, onlar da beni severler lakin hemcinslerle paylaşılınca güzelmiş, anladık.


Bugün 7 Kasım, Sentosa Adasına gidiyoruz. Adaya kara yoluyla bağlantı da var ama turistleri cezbetsin diyerek teleferikler yapmışlar. Çok da iyi yapmışlar, böylelikle tüm limanın ve koyun üzerinden geçiyor ve adaya iniyorsunuz. Ada turistik amaçlarla hazırlanmış, yunus gösterileri, akvaryumlar, müzeler, aktiviteler dolu. Geliyorum en güzel kısmına. Bunu bu şekilde tanımlamayı çok sevdim: Bilgisayarlarımızda arka plan resmi yaptığımız o palmiyeli, bembeyaz sahiller vardır ya, bu sahillerin bir örneği de adadaydı. İnsanlar yüzüyor, keyif yapıyordu. Böyle bir mavi, böyle bir berraklık...Ben Erasmus maceralarım sırasında Ege'ye vurulmuştum da, katlayıp cebine soktu Atina'mı Sentosa plajları. Go-kart, 4D gösteriler gibi birkaç aktiviteye de katıldıktan sonra ada maceramıza da nokta koyduk. Erken döndük çünkü sıcak ve güneş her şeyi çekilmez kılacak derecede kuvvetliydi. Biz de zavallılar İstanbul'un Kasım'ından geliyoruz, ne bilelim millet tanga mango yüzüyor...

O akşam Fullerton Otel'in Çin restoranında aileler son kez buluştu. Öncesinde iş görüşmeleri oldu ve yemeğe geçildi. Korkunçtu. Acizliğiniz ve durumun ironikliği gözlerinizi yaşartıyor. Son derece lüks bir otelin restoranında uzak doğunun en “güzel” örneklerinden yiyeceksiniz ama yiyemiyorum. Her şey öyle kötü görünüyor ki gözüme, yapışkan, kara, eğri büğrü...Neyse, soyalı bir şeyler ve bir parça noodle yemeyi başarabiliyorum.
Bu yemek konusunda bana nankör diyenleriniz vardır. Ben asla kötülemiyorum, çok güzel mutfaklar görme şansına sahip oldum ama ben değerlendiremedim, kabul ediyorum. Fakat ana öğünler bir yana insan şöyle bir düşününce, bir kahvaltının ne kadar farklılık gösterebileceğini hayal dahi edemiyor-muş. Edemedik. Otelin o kapanasıca açık büfe kahvaltısında binlerce çeşit arasından tabağıma koyabildiğim üç yeşil zeytin, üç siyah zeytin, salatalık, haşlanmış! domates dilimleri, ekmek, envai çeşit tropikal meyve ve havuç oldu. Yazık değil mi bana? Kurutulmuş balıklar, istiridyeli bir şeyler ve daha nicelerini yiyordu insanlar. Dakikalarca dolaştım, varlık içinde darlık nedir orada gördüm. Yalnız meyveleri geçemeyeceğim. Ananas, mango, pepino artık topraklarımıza, sofralarımıza ulaştı ama daha ne meyveler varmış meğer. Gerçi ben kavun karpuz muz takılmaktan sonsuza kadar mutlu mesut kalabilirim ama elin oğlu yiyormuş yani, haberiniz olsun dedim.


Son gün programımızda Universal Stüdyolar var. Öğlene doğru ordayız. Amerika'da yanılmıyorsam Orlando ve Las Vegas'ta imiş stüdyolar. Burada da epey bir küçüğünü, fakat yine de bir günde ancak gezilebileninden yapmışlar. Mumya, Shrek vb filmlerin setleri, setlerin içinde çeşit çeşit hız trenleri, çeşitli atraksiyonlar var. Hollywood ve eski Amerikan sokakları zaten ayrı güzeldi. Tüm gün buralardaydık. En keyiflisi bence son gün oldu. Ben kendimi aşarak, orta çaplı üç hız trenine bindim. Türkiye'de en son crazy dance seviyesinde terketmiştim pistleri.


Singapur… Gidip görülmeye değer bir yer ama gitmek için 11 saat kesintisiz uçmaya değil...Bana kalırsa,bir gün imkanınız olursa ve Asya'yı dolaşmak isterseniz, ancak o zaman yolunuzu düşürün. Mayosuz ve bisküvi stoğunuz olmadan da gelmeyin.

Akvaryum balıkları gibiyiz. Menzilimiz genişledikçe “vay anasssınıı!” diye kalıyoruz, ya da ben kalıyorum. Tamam, siz çok coolsunuzdur belki.

Boynumuzda çiçeklerden çelenkler, elde puro, ayakta şortlar vur patlasın çal oynasın takılıyoruz derken Atatürk Havaalanına buz gibi bir Kasım sabahına iniverdik. Rüyadan sıçrayarak uyanmak ona deniyor işte. Bizim buralar öyle don gömlek turist kaprisi çekemiyor, donduruveriyor adamın ciğerini.
 Ben biraz duty freede zaman geçirdim, eve metroyla döndüm. Jeton almak için durduğumda iki çekik gözlü boş boş etrafa bakıyorlardı, Hiç yadırgamadım adamları, bunu saatler sonra farkettim. Günlerdir içlerindeyim ve gözleri çekik olmayan bir avuç insandan biriyim. Hemen de kanıksamış bünye. Sonra onların da jeton almaya uğraştıklarını ama bizim full teknoloji cihazları çözemediklerini anlayınca yardımcı olmak istedim. Aldık, pek memnun oldular. Şansa bak, benimle aynı durakta indiler, gene boş boş bakmaya başladılar. Yine sordum napmak istediklerini... Sabah 6'ydı ve Sultanahmet' e gideceklerdi. Hayırlısı...Yemeğinden yasasına kadar enteresanlığını kanıksadığım çekik gözlü Asyalıları daha fazla sorgulamamaya karar verdiğimden olsa gerek, yolu tarif ettim ve Tayland'lı olduklarını öğrendim. Onlar 8 Kasım sabah 6'da, gördüğüm son çekikler oldular. Umarım onlar da burada iyi zaman geçirmişlerdir. En azından karınlarının patlaya kadar doyduğundan eminim. Oh.

1 Kasım 2011 Salı

Bizzat Bildiriyorum


Son yarım saattir facebook ana sayfasında muhtelif arkadaşlarımın hareketlerini inceliyorum, nedense. Albüm, şarkı, güldürüklü vidyo paylaşanlar; içini dökenler, hava atanlar...Fotoğraflara baktım, baktıkça aklımda kendiliğinden bir tez cümlesi oluştu. Kesinlikle ben yön vermedim bu düşünceye ama ne zamandır oluşmaya çalışan yargım nihayet bir vücut bulacak olgunluğa erişmiş demek ki. 

Naçizane paylaşmak isterim. Tamamen şahsi görüşlerimdir, bahsi zaten geçmeyecek olan kişi ya da kuruluşlar da sakin olsunlar.

Bir kere ben de bu paylaşımların gayet normal, insani içgüdüler olduğunun farkındayım. Benim bu resimlerde dikkatimi çeken başka bir şey oldu. Bir arkadaşım -Allah bozmasın- birkaç aydır, beraberliklerinin yeni olduğunu düşündürten sevgilisiyle çekindiği fotoğraflarını paylaşıyor bir birinden duygusal notlarla. Mutluluklarının doruğundalar, maşallah. Objektifi delip geçen bu sevgi seli zaten tüm ana sayfayı aydınlatıyor. Ben bir kızım, haliyle her kız gibi hemen merceğimi kız arkadaşının üzerinde gezdirdim, iyice bir inceledim. Halini, tavrını, tarzını belledim.
Arkadaşımı merak etmenize gerek yok. O bu türün ilk örneği değil. Bu son örnek sadece beni bu yazıyı yazmaya iten son gözlem oldu.

Ben modadan anlamam, renk uyumundan anlarım biraz ama başka bir şeyi bilmem. Eleştireceğim nokta aslında moda değil zaten. Herkes için yüzlerce çeşit şey üretilebilir. Binlerce ayrı karaktere hitap edecek binlerce giysi, aksesuar, incik boncuk var, bunu da biliyor ve memnuniyetle kabul ediyorum. 
Ama bir vakitler Barbie ya da Sindy'lerin "imposing images" olayına çok benzer biçimde, artık kadınlar için tek tip bir giyim kuşam modelini öne çıkarıp, bunu çağın cicisi bellettiklerini görüyorum. Tıpkı "zayıf kadın güzeldir" savı gibi; leopar desenli, tüylü, taşlı, pırıltılı ve -malesef her ortamda- abartılı giyinen kadın güzeldir gibi bir anlayış hüküm sürmekte. 

"Çok biliyosun!" demeden önce müsaade edin. Bir cafede bir öğle vakti sosisli sandviç yiyorum; ben sosisli sandviç yiyorum yan masadaki kızlar da. Ben kot-gömlek oturuyorum orda, sosis yiyorum, kızlar da öyle. Bakın sosis diyorum, sosis yani... Kızlar kahve-haki tonlarında yüksek bel, drapeli, şalvarvari pantolonlar, platform topuklar, altın suyuna batırılmış kolye ve küpeler, maşalı saçlar, karbon siyahı likitli, rimelli makyajlar ve illaki bronz allıkla oturuyorlar. Sanki cafe çalışanı gibiler, çünkü hepsi birbirine o kadar benziyor ki.

Facebookta da ne zamandır canıma tak ettiren benzerlik bu işte. Son zamanlarda arkadaşlarımın sevgililerinden de büyük ölçüde faydalanarak yapabildiğim gözlemlerim sonucunda, kadınların bakışına da, duruşuna da, giyinişine süsüne de aslında erkeklerin yön verdiğini anladım. 

Şimdi bu tekdüzelikten sadece modacılar ya da moda sorumlu değil. Adamlar sonuçta her çeşit giysiyi ve tarzı üretiyorlar, yalan değil. Mesele; bu kadınlar niye gidip gidip bunlara yapışıyorlar? Sahiden soruyorum. Erkekler anket falan mı yapıyolar? Biz bu tip kadınları beğeniyoruz mu diyorlar? Eğer öyleyse keşke başka bir alternatif de belirtselermiş, ortalık klonlanmış gibi görünen kadınla dolmadan önce...
Abarttığımı düşünüyorsunuz. Biliyorum. Caddede yürürken, otobüse binerken, kuyrukta beklerken vs. bunu pek göremezsiniz. Zaten benim de gözüme günlük hayat akıp giderken batmıyor bunlar. İnsan çeşitliliğinin, daha doğrusu kadın-erkek oranlarının denk olmadığı, daha spesifik bir yerde kadınları gözlemlerseniz, söylediğime şahit olabilirsiniz.

Bir erkek için sevdiği kız eşsiz benzersizdir sanırım. Sadece duygusal boyutta düşünmeyelim bunu, bence şekilsel anlamda da sıradan olmamasıdır işin doğrusu. Kolunun altındaki sevgilisine benzeyen ve benzemeye çalışan onlarca kız olduğunu bilen bir adam, bu konuda çok da seçici değildir bana kalırsa. Biraz rastlantısal olabilir aşkları. Kızcağızın duru güzelliği, üstün zekasına zaten bir şey demiyorum. Kişisel özellikleri bambaşka olabilir. Ama promosyonmuş da dağıtılmış gibi ortalarda dolaşan tipik kostümlerin ardına sakladıkları bu tamamen "kişisel" güzellikleri bence gölgeleniyor.
Basit bir örnek: Önceden bir ortama "aşırı" bakımlı bir kadın girdiğinde biz "paçozlar" dönüp bakardık, diğer tüm erkekler gibi. Şimdi tam tersi oluyor. Herkes -yerli yersiz- fıstık gibi dolandığı için, gündelik hayatta basit ve iddiasız şeyler giymeyi tercih edenler daha fazla dikkat çeker hale geldi.

Kadınların bakımlı olmalarını eleştirmiyorum. Kafamıza göre alt mesaj çıkarmayalım. Aksine, niyetim çok temiz. Bakımlı kadınlar görmekten oldukça memnunum. Hele kalkıp da yenmiş tırnaklarım,  her daim düz taban pabuçlarım, alınmadık kaşlarım, aylardır aynı yöne taranan saçlarımla kendimi örnek gösterecek zaten değilim. O kadar şirazeden çıkmadık çok şükür.

Şuur önemli bana kalırsa. Bedenini, hayata bakışını, modunu tanımak önemli. Her bünye her değişikliği kaldırmıyor, üzgünüm kızlar, her popo ya da her göğüs de öyle. Öz güveni olur olmadık her yerde tüllerin, şifonların ve tüylerin arkasına saklamak, diğerleri gibi olmanın rahatlığına sarınıp kalabalığın arasında akıp gitmek ve buna alışmak, alıştırmak... Herkesleşmek. 

Erkekler buna müdahale etsin bence. Saçmalattıkları gibi toplasınlar şu kızları. İyisi mi siz bunu bir düşünün.

                                                                                                                                            Kevser