27 Şubat 2012 Pazartesi

İçimde saklıdır Aliye Rona

Bazen bir kamyon çikolata yeseniz de gülmez yüzünüz. Bazen de mutluluk bir kutu kestane şekeriyle gelir. Bugün öyle oldu. Eğri büğrü şekerli yumrularla şişmiş yanaklarımla a Happy Monday yaşadım.

Bu hafta sonu böğrümdeki öküz kalktı, en azından biraz kıpırdadı, nefes aldım. Annem ve babamla geçirdim iki günü, ne zamandır onlara da kendimden bahsetmemiş, terapi yapmamıştım. Leş gibi kömür kokan küçük şehrimi içim boşalmış, neşemi de zehrimi de annemlere bırakmış şekilde terk ettim dün. İçimde bir yerlerde onlara dönmek olduğu kadar, kalıp direnmek de var. Her ikisine de sahip olabileceğim orta bir yol bulmak gerek.

2012 bok gibi geçiyor sağ olsun. Ne beni güldürdü, ne etrafımdakileri. Sapır sapır işinden ayrılan, düzeni bozulan, boşluklarda kalan, bir çıkış arayan, taşınan, ev arayan, hasta olan, gazdan zehirlenen... Bir kıçımız doğrulmadı vesselam.
Ama en azından Mart'tan kendime bir kıyak koparmam gerek. 
Bahar temizliktir, tazeliktir, yeniliktir.
Bahara taze girmem gerekir.
Becerip de bir Aliye Rona olamadım. Cüsse desen, var, ama heybetimle kimseleri dize de getiremedim yani.  Denemedim ki. Üstüme yapışıp kaldı ne zamandır bir Hülya Koçyiğit naifliği. Ben miyim bu yahu? Sürekli bir nezaket, etik, edep endişesi... Bunların bir muhatabı da olsa hani, gam yemeyeceğim.
Kısacık zamanda ciğeri üç kuruş etmeyecek insan müsveddeleri tanıdım, iyilerin yanı sıra.  (Dahasını merak etmiyor değilim) Demek ki adamına göre muamele etmeli herkese. Devamlı bir alttan almalar, sineye çekmeler. Ne gerek var efendim bunca ezaya?
Bir topluma insan kadar öküz de gerek. Nasıl bilebilirim sevdiklerimin kıymetini bunca sıfatına ettiğimin öküzünü tanımasam? Öküze başka, insana başka söylemek gerek. 

Yaşam sevincimi çalanlara müsaade ettiğim için başta en büyük tomruk benim. Lakin, bundan kelli hepsine böcek gibi davranacağım. Ezilmesi gereken büyükçe bir kakalak var. Hayırlısıyla cenazesinden herkesi haberdar edeceğim.
Tiksinç benzetmelerim için kendimi bir kez daha kutluyorum. Öfkeliyim, kinliyim, ancak bu kadar kontrol edebiliyorum. 

Sözlerime son vermeden önce;
Akrabalar/akrabalık çok garip insanlar/oluşum.
Bazen halinizden en iyi onların anlayacağını beklerken salak salak, bırakın anlayışı samimiyetlerinden şüphe ediyorsunuz bir anda. Bazen sizi övüyorlar mı yoksa yermek için yer mi arıyorlar bilemiyorsunuz. Ha bir de dinmeyen merakları var; sahiden samimiyetten mi ileri gelir, can yakmak için midir, bilinmez. Bazen merak edersiniz. 


21 Şubat 2012 Salı

bedava beyinde son nokta

Ben de itinayla apolitikleştirilmiş jenerasyonun ürünüyüm; vardır kendime göre düşüncelerim de siyasi forumlarda filan rengimi belli etmedim. Facebook'ta iletiler, mesajlar paylaşmıyorum. Ya da mitinglere katılmışlığım da yok. Ancak bugün okuduğum bir haberin ardında son derece sığ ve gerici bir zihniyet olduğu hissine ve endişesine kapıldım. 
Saadet Partisi İstanbul İl Başkanı zat, kadınlar için pembe metrobüs önerisinde bulunmuş. İki üç tane normal metrobüs gelecek, aralara da pembe seferler serpiştirilecek.
Niye?
Sebep?
Kadınların zerafetini ve kadınlık onurunu zedeleyen itiş kakış arbede yaşanabiliyor, tatsız diyaloglara şahit olunabiliyormuş. 
Tatlım...
Kahvehane klişesinde erkeklerin kro, sığır ve kaba bir resim vermelerinin sebebi nedir? Kadınsız ortamda kimsenin diline de, eline de sahip olmasına gerek olmadığı düşüncesi. Aynı şekilde, hamamdaki kadınları his ishali yazımda bizzat ben gözlemlemiştim.
Erkeksiz bir ortamda içlerine şeytan girmiş gibi davranıyorlardı. Demek ki kadının davranışlarını kontrol eden, gerektiğinde ket vuran şey erkeğin varlığıymış; aynı şekilde erkek için de tam tersi söylenebilir.
Neden bir tarafta kadınlar ağızlarda sakız, altın günü modunda seyahat ederken; diğer metrobüslerde erkeklerin çoğu bacakları pergel gibi açıp otursun, cam kenarına konuşlanıp burnunu karıştırsın...

Sadece bu değil tabiki beni endişelendiren. Üç paralık yolculukta toplum yapısının sarsılacağını savunacak kadar SP İstanbul İl başkanı değilim.

Ancak böyle olursa, bu haremlik-selamlık durumu başka platformlara da taşınabilir. Başka zatlar başka alanlarda benzer ve yapıcı öneriler sunabilirler. Bazı kadınlar, bazı erkekler ağzını şapırdatıyor, eliyle ağzını kapamadan gacır gucur kürdanla diş karıştırıyor diye erkekli ortamda yemek istemezlerse diye, restoranlarda da bu ayrımı yapmak, metrobüsleri ayırmaktan daha az saçma değil bana kalırsa.
Sonra kamu kurumları da ayırılır, sonra bilet gişeleri falan filan.
Erkeğin kadının arkasına geçmesine olanak verecek her manevranın önüne geçilmiş olur. Kadınlar ciyaklamaz. Her erkeğe de potansiyel sapık damgası vurulmamış olur.
Yapmayın ya.
Allah aşkına bu kadar da yapmayın lan artık.


http://www.hurriyet.com.tr/gundem/19965201.asp

19 Şubat 2012 Pazar

geldikten sonra, gitmeden önce

Bulduğuna sevinmekle kaybettiğine üzülmek arasında kısacık bir ana sıkıştırıyorum her çeşit duyguyu. Bazen bir akşam sürüyor bu aralık, bazen bir gece ve bir sabah boyunca... Sonra biri mutlaka gidiyor.
Geldiği gibi gitmesinin de çok normal olması gerekiyor diye düşünmeli insan. Bencillik olmasa arada, öyle düşünebilirdim. Ama bencilim. Telaşlıyım. Dinleyeceklerim ve anlatacaklarım bu süresi değişken ama daima kısa anda yetişmeyecekmiş gibi geliyor. 

Kapı çalıyor. Açtığım anda mutluluk ve ona yapışık halde, nereye gitsek psikopat gibi yakamızdan düşmeyen gitti gidecek endişesi ciğerlerime doluyor. Saatler sonra o kapıyı yeniden açıp ardından bakıp, tekrar kapatıyorum. Yok, içimde boşluk filan olmuyor. Böyle kliplerdeki gibi duvarlara tutunarak yürüyüp ağlamıyorum da. Gelişiyle gidişi arasında boşluğa düşürecek kadar zaman geçirmiyoruz ki. Varlığına çok alışamıyorum ki yokluğu metabolizmamı şaşırtsın.

İki yıl önce bahar aylarında dedim ki kendi kendime, kimseye göre plan yapmamak, hayatını kimseye göre ayarlamamak lazım. Çok tuttum bu fikri, uyguladım da. Pişmandım neticede geçmiş günlerim için. Elde etmeye bir adım varken, sırf o başkalarıyla yaptığım planlara uymuyor diye elde etmekten vazgeçtiğim şeyler vardı. Daha da salaktım o zamanlar.
İki yıl sonra yine görüyorum ki, pişmanlıkların üzerinden sular akmış, içim soğumuş. Akıllanmıyor demek insan. Ben yine kendimle beraber bir çok hayatı idame ettirmeye çalışıyorum. Kendiminki dahil her bir hayatın içinde olmak, yer almak, iz bırakmak çabasındayım. Planlarımda ve isteklerimde açık kapılar bırakıyorum; başkaları da girmek isterse, ya da bir şeyleri değiştirmek isterse diye. Başka bir iki yıl sonra bugünlere bakıp öfkelenmeyecek veya üzülmeyecekmişim gibi. Bunu bile bile ne bir önlem alıyorum, ne müdahale ediyorum.

Biri daima sabit, diğeri mütemadiyen yer değiştiren iki noktayız. Benim pusulam şaşmasın da n'apsın? Bir kuzeye dönüyorum, bir güneye, bir batıya... Biter mi diye bekliyorum içten içe de. Sabredince geçer mi? Sabrettiğine değer mi? Acaba pusulaya ihtiyacımın kalmayacağı günler gelir mi?

Birbirinden uzak yaşayan insanların -mesafelerden muzdariplerse- kesinlikle Halil Sezai dinlememesi gerektiğini düşünüyorum. Üst üste dinlenmemeli ya da. Üçüncü şarkıdan sonra bünye kendiliğinden kansere meylediyor. Aynı şeyi Cem Adrian için de düşünüyorum.

Pazar hala güzel. Lekesiz. Güneş parlıyor. Bir çok şey yapılabilir bugün. Pek çok karar alınabilir. Sosyalleşilebilir, yalnızlaşılabilir, iç dökülebilir, ketum durulabilir. Yaşayanlar da ölüler de ziyaret edilebilir; vardır herkesin anlayacağı bir dil.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Maslow'un kıçını tekmelemek

Düşünceli hayvanlar olarak envai çeşit ihtiyaçla ve bunları gidermek için başvurduğumuz envai çeşit yöntemle yaşadığımız malum. 
İnsanım deyip de su içmeyen, uyku uyumayan, çişe gitmeyen var mı? Yok. Hah işte. İnsanı ve ihtiyaçlarını, her zeka düzeyinin anlayabileceği biçimde pek güzel temellendiren sevgili Maslow da demiş ki; arkadaşlar dikkat ediyorum da, asgari ücretle çalışan kesimin çok büyük bir kısmı hiç tiyatroya gitmiyor. Ya da kanser hastaları demiyorlar ki önümüzdeki ay genel müdür ben olucam! diye. 

Maslow ihtiyaçları aciliyet durumuna göre sıraya koymuş. Bir gece oturmuş sabaha kadar, düşünmüş, yazmış:
Bir insan için öncelik nefes almak, beslenmek, uyumak gibi gereksinimlerdir. Sonra korunma, sosyalleşme ihtiyacı gelir, aile ihtiyacı vardır filan. Bu temellere sahip olduktan sonra bir insan sevgi, temas gibi olaylara girebilir. Doğruya doğru. Maslow daha vitaminken bizim atalar Aç ayı oynamaz demişler. Yani tamam, bizimkiler de çok amiyane tabir etmişler de mesaj aynı mesaj neticede.
Buraya kadar insana karışabilecek, normal bir profil tamamlanmış oluyor. Karnı tok, sırtı pek, cepte para, kolda manita.


ANCAK, Maslow'u bozan istisnalar da mevcut:



Bu fotoğraftakiler Atina-Panepistimiou meydanındaki entelektüel evsizler. Kendi ellerimle çektim.


Grevlerin yeni yeni patlak verdiği civcivli zamanlar. Halk haberleri kaçırmıyor.Ha diyebilirsiniz ki Şu adamların normalde karınları aç olmalı ama açmış gündem takip ediyorlar, o nasıl olcak? Bilemem.


Evet. Zurnanın zırtladığı yere geliyoruz. Dördüncü seviye.
Kavramlar soyutlaşıyor bir anda. Maslow der ki bu seviyede insanın saygınlık gereksinimi ortaya çıkar. İster ki beni de sevin, ben de başarılıyım, ben de yapabilirim, beni de aranıza alın filan.
Çok sakat bir noktadır bu. Maazallah dördüncü leveli eksik bırakırsanız, başınıza olmadık işler açabilir. Öz saygı ve saygınlık kilit sözcüklerdir. 
Hadi bu evre de süper başarılı, dolu dolu geçti diyelim. Ego mego hak getire. Kesinlikle sonradan görme bir angut değilsiniz. Eğitime, kültüre, paraya mevkiye doymuş kişisiniz. Kibirli ve ukala bir teneke de değilsiniz. Aferin.

O zaman bünyeniz ister istemez son aşama olan "kendini gerçekleştirme gereksinimi" (wikipedia candır) bölümüne ulaşmak isteyecek.
Ahlaklı ve gıpta edilen bir insan, zekası kulaklarından fışkıran, yaratıcılığı paçalarından akan bir übermensch olmakta sıra. Bu sırada doygunluğunuz tavan yapmış olduğundan, kendi konumunuzun da farkında olacaksınız, tevazu da arşa çıkmış olacak. Her şarta olgunlukla uyum sağlayacaksınız. Toplum hakkında düşünmeye zaman ayırabilen, operaya tiyatroya gitmeye kalmayıp eleştirilerde bulunacak kadar entelektüel düzeye ulaşmış harikulade bir insansınız. Yerim sizi.

İşte kendi dertleriniz ve ihtiyaçlarınızdan kopacak yeterliliğe sahip olup, kendinize ve başka insanlara dışarıdan bakacak bu seviyeye geldiğinizde, Maslow piramidinin canına okumuş, gidip zirveye oturmuş oluyorsunuz.
Ülke şartları, ekonomik durum, gelişmişlik vesaire, her biri birer dev engel bu piramitte fakat unutmayın gençler! Her insan kendi içinde bir cevherdir! Kendinizi olmak istediğiniz yerde hayal etmekten vazgeçmeyin! O yapmış, siz de yapabilirsiniz! Yes, you can!

Ben bunları niye anlattım?
Herkes seviyesini bilsin, hayatına da ona göre bilinçli yatırım yapsın diye herhalde, ne bileyim. 




14 Şubat 2012 Salı

kindar sevgiliden not

N'apıyosunuz Valentineseverler?

Yarın akşam 17.00'ye kadar teslim edilmesi şart olan, sevgili günüyle zerre ilgisi olmayan bir kargom var. Olur da coşkun taşkın sevgililerin felç ettiği taşımacılık hizmetlerine takılırsa var ya, olur da yoğunluk sebebiyle gecikme yaşanırsaaa, ilk gördüğüm çifte büyük ıstırap verebilirim. Biliyorum huyunuzu, zamane gençliği, çiçek böcek de kesmiyor tabi artık, sapır sapır kutular, koliler, sepetler, bi bişeyler... Hediye kusma gününüzdesiniz, biliyorum. Anlayış da göstereceğim, benim paketime engel olmadığınız müddetçe.

Sizi kıskanıyor muyum? Hem evet hem hayır. Bugün ekstra bir haset söz konusu değil zira ben sizi genel olarak kıskanıyorum zaten. Bu da can. Bi yerimiz şişecek. Her zaman elinin altında olsa, pek güzel olurdu mutlaka. Şanslısınız vesselam.

Biz istemez miydik el ele kuşlara simit pıtıklamak, balon uçurmak filan.

Şaka ediyor olmalıyım...

Şekilci olmayıp, azıcık beyin kullanarak yaratıcı fikirlerle sevgililerinizi eriteceğiniz güzel günler dilerim efendim. Kırmızı kalpli yastık, ayıcık, kalpli kolye çürütülmüş metotlardan bazıları. Çabanız zayi olmasın yani, ben söyleyeyim de.

Sevgiler.

9 Şubat 2012 Perşembe

beyne kan gidince

Ben size hiç manyak değilim dedim mi? Demedim. Niye diyeyim...

Geçen hafta hani çok kar yağdı ya; İstanbul'da hayat felç oldu, beyaz afet, yaşam durdu filan. Biliyorsunuz. İşte ben o günlerde karın yağmasından deli gibi mutlu olmamın yanı sıra, akşamları evimde soğuktan morarmaktaydım. Ağzımdan buhar çıkmadı ama burnum, parmak uçlarım ve kulak kepçelerim hiç ısınmadı, o ayrı; bir ara sızlar gibi de oldular. 

Kombi çalışıyor, hatta ibre hiç varmayacağı yerlerde, ama bana mısın demiyor. Ben Ankara'nın karlı buzlu kışlarını alt etmiş gelmiş insanım, geçen hafta yapamadım. Şuurum dondu. Döşemeleri söküp ortada bi tenekede yakmayı düşünecek hale geleceğimden korkmadım değil. Azmış kiracı mantığı. 

Kar tipiye döndürüyor bu sırada, benim perdeler havalarda. Battaniye, eldiven ve bereyle oturuyorum evimde. Şikayet etmedim fakat. Bizdeki kış aşkı donana kadar değil yani.
Neyse, o günler geride kaldı. Yeniden güneş açtı, şapır şupur ziyan oldu gitti güzelim karlar. Ta ki düne kadar.
Dün akşam saatlerinde İstanbul'da yeniden kendini gösteren kar yağışı, yer yer tipi halinde yurt genelinde etkili olmaya başladı.
Dün akşam aile bireylerimle rutin telefon görüşmelerimi yaparken, adet gereği havalardan da söz ettik. Yine soğuyor hava, kayıp düşmeyelim, iyi giyinelim vb cümleler sıralandıktan sonra benim igloya geldi yine laf. Geçen haftanın anıları bir kez daha tazelendi filan... 

Derken aman Allahım! Amman Allahım!
Çaat!!!
E be salak kızım! E be güzel çocuğum! Sen bu kebapçıdan bozma daireye (aparmanın giriş katı bir kebapçı) dünyanın parasını veriyorsun da, insan evin nimetlerinden hiç mi haberdar olmaz?! Bir düşünsene, bu kiraya göre vardır bir hikmet ya desene. 
Bu ne gaflet! Bu ne aymazlık!

Evet efendim...
Benim dairemde klima varmış...şey yani var, evet, biliyorum olduğunu.

Biri hatırlatana kadar hiç hatırlamayacakmışım sanırım. Ne acı ya, ne kadar yazık bana. Bu gafletin sebebini bilememek insana koyan; evini mi benimsemedin, hayatından mı memnun değilsin, üşümekten zevk mi alıyordun, ne arkadaşım senin derdin... 
Ben az daha kassam evdeki klozeti de görmeyip camiye giderdim demek ki.
Evlerden ırak...

Kanepeye oturduğunuzda, yönünüzü mecburen tv'ye veriyorsunuz -zaten çok alternatifiniz yok, evimde tek bir kanepe var- ve TV'nin üzerindeki kemerde bir havalandırma var. Şu mazgala benzer, ızgaramsı havalandırmalardan. İşte klima o! Benim varlığını tüm benliğim ve zihnimle reddettiğim, asla dünyama kabul etmediğim klima...Ben Eylül'den beri her akşam olduğu gibi, geçen hafta da o TV'ye bakıp dolayısıyla yine o havalandırmaya bakıyordum.

Birileri hatırlamama vesile olmasaydı ne zaman görecektim inanın bilmiyorum. 
Oldu bir kere. Çok utanıyorum. Sesleneyim diyeceğim de seslenecek yetkili de bulamıyorum. 
Ders aldım sadece yaşadıklarımdan. Kamuoyunun bilmesini isterim. Artık bilinçli bir kiracı olacağım. Varlığını yine yakın geçmişte keşfettiğim aspiratörün de, tezgah ışığının da, klimanın da ve dahi sifonun da, her şeyin hakkını vereceğim.

1 Şubat 2012 Çarşamba

kriz masasından bildiriyorum

Hayat an itibariyle bana güzel!

Sapıkça bir zevk alıyorum karın yağışından; tipisinden, fırtınasından ve durmamasından. Gözlerim parlıyor yeminle. Pamuk gibi olsun her yer, daha da çok yağsın. Arabalar mantara benzesin. Her şey tombik bir kar örtüsüyle örtünsün. Dokunulmasın.

İstanbul'da yaşayıp da sokakta bu cümleleri kurarsam dişlerim elimde, kenardan kenardan, kayaraktan en yakın hastaneye gitmem gerekeceğini biliyorum. İyi ihtimalle. 
Ama içimde tutamıyorum! İçimi kıyıda köşede dökeyim.

Ben bu satırları yazarken sevgili ofis arkadaşlarım bir bir telefon edip İstanbul'un muhtelif bölgelerinde otobüs içinde ve dahi yaya olarak mahsur kaldıklarını bildiriyorlar. İnsanlar sabah altıdan beri yolda. Telefondan, sanki Palandöken'den arıyorlarmış gibi müthiş bir uğultu geliyor, nefes nefese durum bildiriyorlar. Normalde iyi bir insanımdır, halden anlarım. Acıyamıyorum. Nedense bir şey hissetmiyorum.
Hımm, yaa, öyle mi, evet çok fenaymış ya, tamam bekleyin madem siz n'apalım dedim kapadım. Yuh bana. Küfret daha iyi.

Sevgili İstanbullular; an itibariyle çok zor durumlarda olduğunuzu biliyorum. Hiç komik bir şey de yok eminim sizin açınızdan. 
Fakat ben işe yürüyerek, on beş dakikada geliyorum. Bu durum yağan beyaz çilenin bana göre neresinden bakarsan bak müthiş bir keyif olduğu anlamına geliyor. Ve son derece hastalıklı bir zafer duygusuyla inanmak istiyorum ki İstanbul'un bana son zamanlarda yaptığı en büyük kıyağı bu. Bir yerden güldürdü bari diye düşünmek istiyorum. Hem kar yağdı, hem evim yakın, perişan olmuyorum. Bu, "Ulan İstanbul sen mi büyüksün ben mi..?!" hikayesinde ilk kez beraberlik gördüğümüzü düşündürüyor bana. Tamam salakça, e dedim ama.

Bugün kriz masası gibiyim. Geldim, bir takım toplantı ve görüşmeleri derhal iptal ettim. Yollarda telef olmakta olan ofis ahalisinden anlık raporlar alıyorum ve teselli ederek geri bildirim yapıyorum. Yani ben de isterdim greyderler göndereyim, bir kamyon tuz sereyim yollarına da gelsinler. Ama elden bu kadarı geliyor.
Dayanın İstanbullular!
Topbaş alarmda! Belediyelere kazma, kürek takviyesi yapıldı. İnanıyorum ki kendisini hizmete adamış müthiş bir belediye başkanı çıkıp otobüs duraklarında çorba servisi başlatacak ve ben her türlü bahse varım ki bu Esenyurt Belediyesi* başkanı olacak. Kurtaracaklar sizi! Ama çok sevinmeyin, kar bugün de iç kesimlerde etkisini devam ettirirken, kıyı kesimlerde yer yer sağanak yağışa dönüşecek; tüm bölgelerimizde şiddetli don olayı bekleniyor. Yetkililer toplu taşıma araçları kullanılması ve zincirsiz araçla çıkılmaması konusunda halkı uyarıyor. Buna rağmen yaşananlar çok üzücü. Çalınan davullara rağmen aramızda hala zincirsiz, kabak lastikli dingiller var.

*Esenyurt'la ilişkimiz 2 sene önce başladı. Ben Esenyurt diye bir yerin varlığını katiyen bilmez, İstanbul'da bir yer olduğunu googledan öğrenirken, devamlı olarak Esenyurt belediyesinden smsler almaya başladım. Sergiler, açılışlar, bilmem ne özel kalem müdürünün validesinin cenazesi, seminerler, kokteyller, tiyatro aktiviteleri, aşure-pilav günleri...vb envai çeşit sosyal aktiviteye davet edildim; çoğunlukla tüm halkımızla birlikte. Nasıl olabildi bir fikrim yok, ama sanırım benim telefonumu bir belediye çalışanının numarası zannediyorlar iki senedir. Bambaşka mesajlar beklediğim anlarda bir hevesle açıp belediyenin kandil, bayram kutlaması mesajlarıyla karşılaştığım çok oldu bu sürede. Sinir oldum önceleri, ağır konuştum. Sonra güldürmeye başladı bu durum beni.
Niye bozuntuya vermiyorum diye soracak olursanız, bu mesajlar bende saplantıya dönüştü. Ya. Artık almazsam yaşayamayacağımı düşünüyorum. Geçen ay Kültür Müdürlüğü'nü aradım ama, santral bir türlü cevap vermedi. O sırada da çok pişman oldum, kapadım. Evet. Söylemeyeceğim, müdahale etmeyeceğim. Gerçeği bilmesinler. Belki başkan değişecek olursa ve gelecek başkan şimdiki kadar sevgi pıtırcığı, hizmet manyağı bir başkan olmazsa ilişkimiz de kendiliğinden biter.