29 Haziran 2012 Cuma

yüz teleye WC

Benim annem çok acayip kadın. Ya yeni huylar geliştirdi, ya da bunlar hep vardı, ben unuttum.


Annem geçenlerde 100 tl kaybetti. Olay şöyle cereyan etmiş olmalı: Annem terminale birini almaya gidiyor; arabada giderken parayı çantasının gözüne koyduğunu sanıyor. Otobüs gecikiyor. Annemin beklerken lavaboya gidesi geliyor; tuvalete girmeyecek, ellerini yıkaması lazım. Aranıyor aranıyor 1 tl bozuk yok. Kapıdaki beyefendiye bozuk çıkmadığını, sadece lavaboyu kullanacağını söyleyerek giriyor. 

İçeride annemi şeytan dürtüyor; tuvalete de giriver madem diyor. Olanlar oluyor.... Aslında bir şey olmuyor. Olduysa da biz görmedik. 

Annem ertesi gün 100 tl'sini bulamıyor. Evi kaldırıp kopardı, bulamadı. Sonunda para vermeden kullandığı tuvalet yüzünden cezalandırıldığına karar verdi. Kapıdaki adamın iyi niyetini suistimal ettiğinden dolayı, 1 tl'ye karşılık 100 tl kaybetti. Evet... Kader kısmet mukadderat, bizim göbek adımız.
Şimdi terminale yolu düşen ilk aile ferdi gidip helaya 1 tl borcumuzu ödeyecek. Belki annem iyi halden yırtar, hatta çok iyi bir kadın olursa 100 tl'sini bile bulabilir.

Sonra, annemde panik atak var zahir. Terminalden dönerken dondurmacının önünde duruyorlar, babam iniyor ve giderken de el alışkanlığı olarak arabayı kilitliyor. Basıp gidiyor. 

Anneme kilitlerin indiğini duyduğu anda terler basıyor, inmeler iniyor, sıtmalar tutuyor. Dövünmeye başlıyor kadıncağız, çır çır çırpınıyor. Artık kafada şalter nasıl indiyse, ne kornaya basmayı akıl edebiliyor, ne de cep telefonundan babamı arayıp dümdüz girmeyi... Neden sonra babam hoplaya zıplaya elinde iki külah arabaya döndüğünde annemin cama yapışmış bezgin suratını, ateş saçan gözlerini görüyor. Külahı kafasına yemekten kıl payı kurtulan babam akıllara bu bir suikast girişimi olabilir mi? sorusunu getiriyor. İnsan karısını unutur mu ya? 

Son vakamız da panik atak teşhisimi pekiştiren cinsten. Geçenlerde ayağıma ince uçlu makas düşürdüm, o da hartdanak giriverdi sağ olsun. Açısından mıdır, denk geldiği yerden midir bilmem, oluk oluk kan akmaya başladı. Ben gayet sakince elimi bastırdım lavaboya koştururken annem başladı bağırmaya. Evladım! N'apıyosun sen! Ahhhh! minvalinden. Normalde, yaralanan benim, ben bağırsam daha yerinde olurdu sanki. Ama o an anladım ki birimiz metin olmalıyız... 

Annem aşırı telaşlandı; damara filan geldi zannetti onca kanı görünce. Ayağım kopsa var ya, kendi ayağımla dövecek beni niye dikkat etmiyorsun! diye...Herkes sakinleştikten ve ayağıma tombalak bir bandaj yaptıktan sonra, olayı sakince tartıştık. Kabahatim olmadığını anladık. Bu da kaderdi. Ama annem adımı löpçük koydu, kaba saba hareket ettiğimi, bu yüzden makası düşürdüğümü iddia ediyor. Zarafet dersi alacakmışım. Oh yeah mum!



23 Haziran 2012 Cumartesi

eşek-hoşaf korelasyonu

Kimse facebook profilindeki kadar güzel, nüfus cüzdanındaki kadar çirkin değildir.

Bu cümle yalnızca ve yalnızca doğruları anlatırken, aynı zamanda fotoğraf sanatının tüm hainliğini, ikiyüzlülüğünü, çamurluğunu da gözler önüne seriyor.

Mesela hiçbir gelin, o stüdyo fotoğraflarındaki kadar ne buğulu bakıyor, ne de mükemmel görünüyor. Kızcağızlar şaşkınlıktan belerik belerik bakıyorlar etrafa, terlemekten fondötenleri bozuluyor. Ne de damatlar o kadar hokka burun. Bırakın  Allaşkına.
Keza, benim bir mezuniyet fotoğraflarım vardı, kendimle yeniden tanışmıştım. Bir aynaya bir resme bakıyorsunuz, o zaman insanın içsel bunalımının ve dahi isyanının ne denli olduğunu tahmin bile edemezsiniz işte.
Ya da web sitelerinde hiçbir otel, restoran, kafe vb. o kadar nezih, rüya gibi olmuyor. Bir gidiyorsunuz, sıradan saten örtüler, taftadan runnerler, giydirme sandalyeler, yıkanmaktan çizilmiş alelade kadehler... 

Bu ikiyüzlülüğe oldum olası gıcığım; ancak isyanımı bugüne kadar dillendirmeyişimin altında fotoğrafçılığa içten içe hayranlık ve şükran duymam vardı. Sonuçta en olmayacak hallerimi "gideri var"laştıran şey bu ışık sanatı... Kabul etmek lazım.

Hal böyleyken, insanlar ve mekanların yanı sıra, her türlü nesneyi de olduğundan çok daha çekici kılmak mümkün. 
Misal, has bahçemizin mahsulü şu aşağıdaki gariban vişnecik, dutcuk... Ve en önemlisi, iki ay önce can erikken höşür höşür yediğimiz, şimdi kızarıp mılkıyınca (yumuşayınca) yüzüne bakmadığımız erik...



Şu fotoğrafa bakınca hiç anlıyor musunuz artık o erikleri yemek istemediğimizi, kendilerinden hoşaf kaynatılacak olduğunu? Vişnelerin bazılarının arka yüzlerinin çürük olduğunu?

Yediniz mi? Bence yediniz.


22 Haziran 2012 Cuma

Sevgilerde



Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.

Behçet Necatigil


Hiçbir şeye geç kalınmasa keşke.


21 Haziran 2012 Perşembe

arabayı tezekten haydaman!

Araba sürmeye çalışıyorum ben. İki yıla yakındır, kimlik niyetine dahi ihtiyaç duymadığım bir ehliyetim de var. Okuldu işti derken kıçımız bir araba göremedi. Tam gördü, iki sürdük, hop yine evi terk ettik.

Madem artık yerleşik yaşama geçtim dedim, bari araba da süreyim; babama bağımlılığım bitsin, gezme tozma menzilim genişlesin. 
Klasikleştiği üzere iyi araba süremeyen kadın şoför şakalarını aklımıza getirecek kadar sığ okurlar olmadığımıza inanıyorum. O yüzden doğru doğru anlatacağım.

İlk zamanların kalkış, vites, hakimiyet problemleri yok. Ağlatıyorum pistleri. Her şey güzel, şahane, sol dirseğimi bile çıkarırım camdan, geri gitmek zorunda kalana kadar...

Sıkıntı burada başlıyor çünkü ben geri giderken benim arabamın g.tü başı ayrı oynuyor. Hakim olamıyorum. El ayak beyin koordinasyonum yetersiz. Yarım debriyajla uğraşırken direksiyonu, direksiyonu becersem aynaları unuttuğum oluyor. Dümdüz gelemiyorum veya layıkıyla hoş bir kavis çizemiyorum. Şapır şapır terliyorum. Kıçımda koltuk izi çıkıyor terden, bileklerim ağrıyor. Çünkü rahat biri değilim. 

Yan koltukta biri var tabii ki. Korkmayın. Leşlerim şimdilik halen sinekler ve böcekler aleminden.

Yanımda babam var. Tahmin edileceğinin aksine çok sabırlı ve yardımcı biri. Bağırmıyor, beni kaldırıp yerden yere vurmak, vitesle kafamı ezmek istemiyor. En azından bunları bana hissettirmiyor. 
Ama, şu araba konusunda adamda güdüleme diye bir kavram yok. Olmayanı söylüyor, olmadı, alamadın, toplayamadın, titrettin, çeviremedin, asılamadın gibi terimlerle. Bir tane de olan bir şey söylemiyor, hah, evet, böyle, hıhı, güzel gibi tek kelimelik ifadelerle bile olsa. E o zaman ben de bir boku beceremediğim hissine kapılıyorum. 
Zaten beceremiyorum da sanırım.

Ha bir de insanın en yakınlarının in aşşa ya tamam içimiz şişti aylardır aynı hikaye, al bir otomatik hepimiz rahat edelimvari güven pekiştirmesi, resmi daha güzel hale getiriyor.

Rüyalarıma giren rampa kalkışı işini kıvırdım kıvırmasına, yarım debriyajcığımla ne güzel tatlı tatlı oynuyorum arabayla. Ama bununla bitmiyor işte. Jilet gibi bir hamlede yanaşamıyorum kenara, dar alanda hareket edemiyorum. E memnun edemiyorum adamı. 

Kendim de memnun değilim nitekim. Ben böyle trafiğe çıksam, iki ay içinde Adapazarı'nın bütün şoförleri en azından bir kere arabamı park etmiş, bir çukurdan çıkarmış, bir kaldırımdan indirmiş olurlar. 

Size bunu yapmaya niyetim yok. Ama iyi şoförlerin artistliğine daha fazla maruz kalmayı da düşünmüyorum. Hayatımda pek çok geri zekalı tanıdım, bir kısmı iyi şoför üstelik. Ben de olacağım. Çatır çatır da manuel kullacağım. Arz ederim.



20 Haziran 2012 Çarşamba

emniyet güçlerinden toplu ara gaz

Bozdum ağzımı, bilginize.

Her gün tek tük şehit zaten veriyoruz. Zaten diyorum çünkü zaten hepimiz için birilerinin "bu vatan için ölmesi" bizim için günlük bir aktivite. Ha gün oluyor toplu halde "şehit veriyoruz". Biraz daha kulak kabartıyoruz o zaman, bu sabah biz uyurken birileri ölmüş lan diyoruz. Hem de boku bokuna... Kimle savaştığını bilmeden ve muhtemelen tam olarak ne için savaştığını da bilmeden. O zaman biraz daha trajik olabiliyor.

Devlet büyüklerimiz de böyle toplu kıyımlarda, halkın arasında hala sesi boyundan büyük tipler kalmıştır belki diyerek, bir çeşit önlem alıyor ki ortalık karışmasın. Her kıyımda da aynı terane tabi.

Şimdi canımız çok yandı ya... Ulleeeeeyynnn! Mehmetçik olayın üstünden bir gün geçmeden tozunu silkeliyor o batasıca, yerle bir olasıca dağların. Anasını belliyor o ağzı yüzü dümdüz edilesi piçlerin.

Pkk bedelini çok ağır ödüyor.

Genelkurmay şifa niyetine, öldürülen iki üç piçin leşini gösteriyor, iki üç rakam zikrediyor. Oh aman yarabbi içimiz soğuyor.

Tiksindim ya. Yaşamaktan soğudum. Allah belasını versin "menfur saldırının"da, ağızlara bal çalmalık açıklamalarda bulunan zat-ı muhteremlerin de. Hiçbirinize inanmıyorum da güvenmiyorum da. Haberleri kıçımla bile dinlemiyorum artık.

Devletin ne halt yediği belli değil; kolpa taziye mesajları yanı sıra n'apmaya çalıştığı hakkında da iki beyanat patlatsalar da çeksek sineye. Hazırız yani buna, ha iyi o zaman diyeceğiz. 

Tutturmuşlar bir pkk pazarlık konusu değil, etmeyiz ettirmeyiz. Sanki karşı köyden kan davalımız, cart cart atıyor. Adamlar altımızı oyuyor lan, tabii ki bir adım atacaksın sen de, bir yol bulacaksın, neyin afrası tafrası bu, neyin genişliği bu, kesenden mi çıkıyor bunca can...

Toplumumuzun, kürtajla bilmem neyle artmasından endişe edilen piç nüfusundan korkulacağına, günden güne katlanmakta olan yetim nüfustan korkulsa ya...

Polis dediğin ise, her gün bir sokak kenarında birine sokuyor copu, (bugünden itibaren demir cop) vatandaşın ağzını burnunu kırıyor. 
A neden? Nasıl becerdiniz ülkenin bütün psikopatlarını aynı birimde toplamayı? Ortada akademi bırakmadınız çünkü. İkiyle ikiyi toplayıp adını yazabilen polis oldu, oluyor, olacak. Sonra pos bıyık da çıkıp iki name yapıyor, böyle olaylar teşkilatımıza yakışmıyor da bik bik bik... Size girsin lan o cop! Kıçımın Behzat Ç.leri.


17 Haziran 2012 Pazar

abartmayı seviyorum, yemek yemeyi sevdiğim kadar

Bir postla insan kendinden nasıl tiksindirilir şimdi hep beraber görelim:

Günde 3 ana, 13 ara öğün hizmetiyle Dağdibi Tatil Köyü bu yıl da Adapazarı'nın incisi, Sakarya'nın birincisi... 
Anne biz nah kilo veririz.

Sıkılmakla filan da bir alakası kalmamış artık, yok. Meslek icabı yiyoruz biz. Ağır yiyiciyiz. Yaşamak için yemiyoruz, yemek için yaşıyoruz felsefesini layıkıyla hayata geçiriyoruz. Çok pis yiyoruz. Trabzon tereyağı filan yiyoruz. Öküz müyüz neyiz. 
Kahvaltıyla başlıyor süreç. Öğlen yemeğine kadar birkaç posta kahvaltı ediyoruz. Kirazlı, karpuzlu, yoğurtlulu, sıvılı, gazlı, çörek otlu... 

Oh. Açlıktan tansiyonumuz düşmeden öğle yemeği saati geliyor. Ama yediklerimize dikkat ettiğimiz için -çünkü biz yediklerimize dikkat ediyoruz- salatalık domates kepek ekmek çorba sebze türevlerinden yiyoruz, posta posta. Döne döne. 

İkindiyi zor ediyoruz. Neyse ki çay demliyoruz da ay iki kurabiye bişey atıyoruz ağzımıza, kan şekerimiz düşmeden geliyoruz kendimize. Sonra döşümüzü yelleye yelleye, ofuldanıp pofuldanarak, havaya neme kaydırarak akşam üstlerinin tadını çıkarıyoruz. Oysa yutağıma kadar yiyecekle dolu bedenim terlemesin de n'apsın...

Sonra için bir kazın, bir kazın.... İçeri nasıl atacağımızı bilemiyoruz kendimizi. Annem bir yandan roka marul limon salata peşinde, ben yemekleri ısıt, tabak çanak koy. Tam gözüm kararıyor derken atıyorum ağzıma iki lokma, oh mis. Ardından gelsin meyveler, gitsin çerezler, koşsun bisküviler, durmasın içecekler...

İki kilo fazlam var zaten. Birkaç hafta daha böyle dikkat ettim mi, plajlar hatun görsün.



12 Haziran 2012 Salı

cinayetlerim

Biz Adapazarlılar geleneklere çok bağlı, çok duygusal insanlarız. Atadan kalma kokmuş düğün adetleri, efsanevi yemek tarifleri gibi geleneklerin nesilden nesile geçirilmesi yanı sıra, mektup yazmak da halen üzerine titrediğimiz geleneklerden-miş.

İgdaş'la ilgili verdiğim faydalı ve pratik önerilerden sonra postane hakkındaki deneyimlerimi de sizlerle paylaşmayı bir borç bilirim.
Dün yolum postaneye düştü. 


Okuyamayanlar için: 
bekleyen:134, yaklaşık bekleme süresi:12.34

Bekleme salonu yapmışlar PTT'ye. Nasıl bir gelen giden trafiği varsa artık. Teyzeler, çocuklar, pusetli kadınlar, amcalar, kasketli dedeler... Her yaş grubundan duygusal Adapazarlı, bilimum fatura evrak işlemleri yanı sıra mektup göndermek için orada hazır bulunuyorlardı. Bu mektup olayını nereden mi biliyorum? Güvenlikçiyle kanka oldum; alınan numaraların büyük çoğunluğunun posta-pul-kargo için beklediğini söyledi.

Bu arada ben o kadar beklemedim elbette; işi acele olup derhal vazgeçecek olanları, bir süre bekleyip eah bea yetti mori diyerek fişini fırlattığı gibi orayı terk edecek olanları da yaklaşık olarak hesaplayıp 548'den düştükten sonra, hemen hemen tam vaktinde postaneye geri döndüm. 

Değinmek istediğim diğer bir konu, haziranla beraber etrafımın tacizci sinekler ve tecavüzcü böcekler tarafından sarılıyor olması. Sizin de başınıza geliyordur belki.


Benim cildim, uyuz derecesinde hassastır. Sinek sokmasın, konsun yeter, fosur fosur kabarırım bir güzel. Hırt hırt kaşır yara ederim, mecburen. Ovadril'dir en yakın arkadaşım.
Eve yerleştiğim ilk akşam, başıma yastığıma koyup hayatımı bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçirip romantik olacağım sırada zıııığiiiyyyy! dedi geldi lanet. Fırladım. Dakikalar süren bir savaş. Yapıştırdım nitekim. 


Oh. Mort.

O rahatlıkla döne döne uyurken ben, sabah bir de bakalım bir mahlukat beni enseden kuyruk sokumuna kadar hatır hutur yemiş. Delik deşik etmiş. Gözün çıksın! Kanadın kopsun! Antenin düşsün! 
Günlerdir merhemleniyorum.


Ertesi gece yine aynı filmi gördüm. ışığın kapanmasıyla birlikte sahneye çıkan aşırı zeki sivrisinek. Onu yastıkla boğdum. Halıya düştü o, resmi yok.


Bütün pencerelerde sineklik olmasına rağmen anlamıyorum bu azimli böcekleri ancak bir şekilde o geceyi de savuşturduk. 


Dün gece ise duvarımda tüm iğrençliği, sürüngenliği ve tiksinç kımıltısıyla kulak böceği.... Onun üzerine de terliği yapıştırdım. Sonra kazıdım.


Kümeste yaşadığımı düşünenler için açıklık getireyim. Kümeste değilim ama dört tarafı bilimum ot, ağaç, nebatatla çevrili bir cangılın içinde bizim evimiz. Yani aslında ben de böcek olsam, ben de bir yolunu bulur eve girer, o evdeki en taze eti kendime hedef seçerdim.
Böcekle empati mi yaptım ben....


Bu yaz savaşım büyük. Daha çok kan dökülecek. Pişman değilim. Ben bedenimi korudum.





mutlu olasıca

Bazı insanlar hayatımıza dalar. Düşer. Girer. Ya da çöker. Bazen eder.
O karıştı.

Onun doğması, o anda Merkür'ün yörüngesinde ne gibi etkiler yaptı, yıldızlar aleminde o gün ne gibi fırtınalar koptu da dünyamızı etkiledi bilemem ama benim dünyamı etkiledi. 

Evrende serbest dolaşım halinde senelerce boş boş gezinen enerjisiyle enerjim nihayet çakıştığından beri, güzelim.

Sığınılacak liman, çıkış yolu, tutunacak dal vs. kabilinden onlarca basmakalıp benzetme yapılabilir; hak eder, içini doldurur. Ancak bu pragmatist yaklaşımı bir kenara bırakacak olursam, saymakla bitmez vitaminlerinin yanı sıra varlığı, tanıştığı insanlara mutluluk, huzur getiren biri olduğunu da söyleyebilirim.

Hayatıma karışıverdin, daim olmanı dilerim. Yıllandıkça güzelleş, eskidikçe şekerleş.

10 Haziran 2012 Pazar

küçük kardeşin halt yemesi

Küçük kardeş Amerika'ya gidiyor.

Böyle planlamamıştım. Bu yaz yegane ve en kral arkadaşım olacaktı kendisi; evde duracaktı. Bahçede kahvaltı, ıhlamur altında ikindi çayı, balkonda akşam sefası yapacaktık; çok gülecektik.

O gidip iri kıyım neşeli Amerikalılara köfte yellemeye, vadilerde kasabalarda özgür özgür dolaşmaya, kuş olup uçmaya karar verdi.

Sabahtan beri eşyalarını ütüleyip valizini yerleştiriyorum. Mantıklı ve makul kalmaya zorluyorum kendimi; zira annem, düğmesi koparsa dikiversin diyerekten valize bir top iple iğne sokuşturmaya karar verdi az önce. Evet, biri sakin ve akil kalmalı...

Üzülüyorum. Özlemekten nefret ettiğimi ve dahası hiç beceremediğimi söylemiştim. Çok özleyerek geçecek bu yaz da. 

Atina'dan döndüğümde ne kadar harika, cesur, dolu hissettiğimi ve coolluktan geberdiğimi sandığımı hatırlayarak gıkımı çıkarmıyorum. O da öyle dönsün geri. Musmutlu.

İçimdeki anaç sesi kesmem için birkaç günüm var. Ben susmalıyım. Sonuçta, üç buçuk ay periyodik olarak ağlayan bir anneye teselli verecek kişi ben oluyorum bu evde. 

6 Haziran 2012 Çarşamba

habitat

Merhaba günlük,
(korkarım sana bundan sonra sapına kadar klişe şeyler yazacağım, girişte bir deneme yapayım istedim)

Günlerdir ortalıktan kayboluşum diyecek bir söz bulamadığımdan değil; bundan sonra yazacak bir konu bulamama korkumdan. Kendimi dinliyordum.

Baba ocağına resmi ve fiili taşınmam gerçekleşti, günlerdir eşya yıkıyor kurutuyor, kendime saydırıyor, eşyalara küfrediyor ve yerleşmeye uğraşıyorum. Hiç bilmediğim ne çok eşyam varmış. Senelerce alıp alıp durmuş, dolaptan tek bir çorapçık dahi atmamışım maşallah. Müsrifmişim ben kısaca. Ayan beyan gördüm.

Alımlar durduruldu nitekim.

Gerçi senelerdir evde yaşamamış olmanın verdiği turisitlik hissi yüzünden, gardırobumu kullanmaz, odama hiç yerleşmezdim. Eşyalarımı valizden alır, yine valize koyar, çıkar giderdim. E gardırobun içinde de ayrı bir habitat olmuşmuş tabi zamanla. Kendi başına bir kişilik kazanmış dolabım, yerlileşmiş. Dolaptan koparamadığım eski tişörtler, ahşabın içine işlemiş pantolonlar oldu.

Velhasıl günlerdir değişik duygular yaşıyorum. İlkokul karnelerim ve ilk resimlerim (dışarıdan içi görünen bir ev çizmişim, avizeler, soba boruları...), varlığını uzun zaman önce unuttuğum bir eşya, kuruyasıca çöpçülük huyum yüzünden birikmiş sinema biletleri, not kağıtları.... Derken pek çok anı üst üste biniyor, birden ana dönemiyorum veya zamanda seri biçimde ileri geri saramıyorum. Ambale oldum.

Şimdi.
Gelelim korkuya.

Günlerdir anlatmaya değecek tek bir şey yok gibi. Ve günlerdir de kafamın bir katmanında o sorucuk beni yiyip duruyor.

Devamlı aynı insanları göreceğim bundan sonra, ve o insanlar maalesef ki hep aynı şeylerden bahsediyorlar, her gün aynı şeyleri yapıyorlar. Ne bir insan hikayesi çıkarabileceğim, ne de değişik bir anı yaşayabileceğim diye düşündüm. İnsandan, toplumdan beslenen sanatçı kaprisi yapayım dedim bugün, evet. "Beslenemiyorum arkadaşım."

Kendi öz salaklığım, benim vakalarım da bir yere kadar. 

Şimdiye kadar böyle miydi? Günlük yazmaya karar vermemdeki en büyük etken hayatımdaki bu hareketleri kaçırmamak, iyi kötü hepsinden istifade etmek istememdi. Her gün, her gün olmasa gün aşırı birini dövmek istedim; ve şaşmaz ki her gün kafamı bozan biri ya da birileri oldu. Komik olaylara, sokaklarda komik yazılara, konuşmalara şahit oldum. Kötü kareler gördüm; konuşmalar işittim.

Artık günlük tutmaya değer bir hareket kalmadı mı? sorusuna yöneliyorum ister istemez.

Şimdi ise bu dinginlik, bu rahatlık, bu huzur.... Yok... Ben de nicedir böyle bir kavram yok. O kadar yok ki, ben bunu ev hayatının monotonluğu diye yorumlar oldum. 

Tamam; ben cevabımı aldım, Allah'tan belamı istiyorum ben zahir. Rahat öteden beri batar zaten bana.

Derken dev bir şimşek çaktı. 
Tamam ya. Anladım.