31 Temmuz 2012 Salı

'kapıyı zili tokmağı' men edin

Kafam zaten normalde sistemli çalışmaz; işin içine sıcak, düzensiz uyku ve davulcu da girince iyice dumanlanıyor karnabaharım. An geliyor, rüyalarımı gerçekte, gerçekleri rüyamda gördüğümü sanıyorum.

Dün gece de her zaman olduğu gibi muhterem davulcumuz iki itibariyle çıktı meydana. Tokmağıyla gelişigüzel davulu döverek, yıllardır süregelen bu Osmanlı adetini katlediyor bu adam! Ne bir ritm duygusu, ne bir süreklilik; bağm! güğm! indiriyor saatlerce.

Evimizi yapan, arsayı seçen zihniyeti öpeyim. Evin iki cephesi iki sokağa bakıyor. Üstelik biri çıkmaz sokak; yani bir gidip bir de dönerken çalıyor. Çizeyim:


Yani tam dört kere, belli bir süre, camımın altındaki bu adama katlanmak zorunda kalıyorum. Dün gece içimden davulcuyu taşlamak geldi. Taşım da yok, elime ne geçse atasım geldi. Ama çok fena geldi.

O gitti, ben uyudum. Rüyamda dehşet içindeyim. Ben  geçen gece davulcuyu taşlamışım; kitaplarımı, bir de nasıl sapıttıysam artık, komodin çekmecelerimi çıkarıp çıkarıp atmışım adama. Sonra kafam yerine gelmiş, pişmanlık duyuyorum. Ben bu muhasebeyi yaparken evimizin duvarlarından, dört bir yandan matkap sesleri geliyor. Davulcu geri gelmiş meğer, öc alıyormuş. Evimizi başımıza yıkacakmış.

Demek ki benim gerçekte nasıl bastırılmış bir suçluluk duygum var ki, korkudan babama ben geçen gece bi bok yedim de adam ondan geldi evimizi deliyo, bişey değil diyemiyorum. Annem babam ben, dehşet içinde donup kalıyoruz.

Sonra uyanıyorum. Demir parmaklık takmaya gelen ustanın maktabıymış. Davulcuyu da bu sabah hiç gören olmamış.

Sonuç: Ben o davulcuyu pataklamayı can-ı gönülden istemişim, iştahımı seveyim.



28 Temmuz 2012 Cumartesi

yazdan tiksinmek

Bazen şartlar, yaşamdan beklentilerimi düşürüyor. Bu kadar memnuniyetsiz ve ağzına ağzına iki tane vurulası bir toplumda ufacık şeylerle mutlu olan, aslında yaşayan bir örnek olmayan insan tiplemesi var ya, o bazen ben oluyorum işte.

Sevmiyorum yazı. Haziran'la beraber üzülmeye başlıyorum. Terliyorum. Terleyince sinir kat sayım on yüz milyon haneye çıkıyor. Terleyen başka insanlarla aynı ortamda, hatta temasta bulunmak yok mu, göğsümü bağrımı açıp avaz avaz bağırmak istiyorum. Çocuklar donlarına çiş kaçırınca paytak paytak dolaşırlar ya, ben de kollarımı açıp sarkıtıyorum, apışık yürüyorum. Ne feci. Ne iğrenç.

Geceleri çarmıha gerilmiş gibi yatmak zorunda kalıyorum. Nerede kaldı bacaklarımı karnıma çekmenin, bir puf yorgana dolanmanın zevki. Etim etime, bir ayağım ötekine değmeyecek. Vücudumun ateşi sırtımın ortasında toplanıyor, oradan usul usul, bunalta bunalta vücuduma yayılıyor. Uyuyamıyorum. Nefesim bile sımsıcak. Soluduğum yeri yakıyorum. Uykuların tadı yok...

Dolmuş, minibüs gibi taşıtlarda eziyetim bin beş yüz. Teyzeler cam kapı açtırmıyorlar; süblimleşe süblimleşe ilerlerken, o kadar sinirleniyorum ki, durup yolcu aldığı indirdiği için kahrediyorum. Şoförden beklenen davranış başkaymışcasına... Yapma Allah'ın belası, durma işte, bok mu var, durma, bunu da almayıver! diye tamamen anlamsız, bilinçsizce sayıklanan şeyler geçiyor aklımdan. 

Sinirlenmek çok acayip şey zaten. Bir gücün etkisinde olduğunuzu biliyorsunuz o an da, ki o etki sizi çirkinleştiriyor, çekilmez biri haline getiriyor. Ama bunu bile bile engel olamıyorsunuz. O an, ne kadar kötü göründüğünüzü tahmin ede ede havlamayı sürdürüyorsunuz; ister kafanızın içinde, ister dışarıda.

Yaz benim için pislik özetle. Deniz kenarında olsanız hadi bir parça katlanılası. Üç ay da deniz kenarında geçmez ki. Yana yana lastiğe döner insan. O da ayrı bir rezillik zaten.

Benim gudubetliğim bununla da bitmiyor. Denizdesin diyelim hadi, bu sefer de her şey güzel değil ki. Tuzlu tuzlu havlular, kumlu terlikler, saçların arasından çıkan kıyır kıyır kum; yarısı yanmış yarısı beyaz popolardan oluşan bostan tarlası gibi bir plaj. Herkes güzel değil ki. Değil işte. Biliyorum herkesin her şeyden faydalanmaya eşit derecede hakkı var, sırf bu yüzden bir şey demiyorum zaten ama bazı insanlar ok çirkin. Kimisi kıpkırmızı, kimisi kırk yama gibi bronzlaşmış n'aptığı belli değil. Selülitler, löpür löpür göbekler, kıllı sırtlar... Al işte. Bok.

Başta tarif olunan, ağzına ağzına iki tane vurulası memnuniyetsiz insan da benim, koltuk altımdan içeri hafif bir yel girdi diye dünyanın en mutlusu olan da benim. Bu mevsimde hayattan beklentim öyle düşüyor ki, ığıl ığıl mideye akan bir bardak soğuk suyla eteğimi havalandıracak bir ufacık rüzgar, hayata bağlıyor beni.


24 Temmuz 2012 Salı

adresi belli beyanatlar

Aynı konuda üçten fazla cümle kurmaya katlanamadığım için sevilmiyorum blog. Kararımın kesin olduğu, üstelik daha ikinci cümlede bu son kararımı bildirdiğim, yetmemiş gibi üçüncü cümlemde karşı tezi gerekçelerimle çürüttüğüm halde; mevzu sakız gibi uzuyor, sünüm sünüm sünüyor; sonra vay efendim ben niye hemen sinirleniyorum? Boku çıkıyor çünkü diyaloğun. İçine ediliyor el birlik. İnsan gibi başlıyoruz ama devam edemiyoruz. Sadece benim tahammülsüzlüğümden mi? A belki sizin ısrarcı, bayıltan kişiliğinizin de etkisi vardır?

Ben ne kadar çekilmez biri olduğumu iyi biliyorum. Rüzgarım geçip de şuursuz inadım kafama dank ettiğinde de, gönül almaya, özür dilemeye çalışırım. Son zamanlarda sık da tekrarlanıyor bu durum; benim heyheylerim sık uğruyorlar, bazen gelince gitmiyorlar, bazen de çok kalabalık geliyorlar filan. Haliyle, ben sürekli bir dalgalı deniz. Bugün güllüm ballım, ertesi gün dikenli çalı. Kırdığım oluyor sevdiceklerimi, biliyorum.  Ama dediğim gibi, gönül almaya çalışıyorum. 

Lafla söyledim anlaşılmadım, belki yazınca daha iyi anlaşılır. Gençler beni bunaltmayın. Hele bu sıcaklarda beni uzun cümlelere mecbur hiç bırakmayın. Size de sıcak neticede, ben de size ekstradan stres yaratmaya bayılmıyorum. Hatta hiç problem çıkarmamaktan yanayım. Ama benim kapattığım konuları deşip deşip ordan burdan gelmeyin bana. Ben fikrinizi soruyorsam zaten siz susana kadar sizi dinlerim. Ancak verilmiş ve sebebi sırf nezaketten açıklanmış bir kararı, daha iyileştirmek için deşmeyin. Fikrinizi sormadığım konularda liste liste alternatiflerinizle, gerekçelerinizle allaşkına gelmeyin; dayanamıyorum. 

Hele, ben bilmezmişim gibi, bu öfke kontrolü konusunda verilen direktifler filan... Lütfen. Böyle yaptığınızda ben de sizi hiç sevmiyorum.

22 Temmuz 2012 Pazar

turne günlükleri IV

Evimizde yaşam belirtileri giderek zayıfladı; saatler geçtikçe bastıran açlıkla beraber annem, babam ve ben birbirimizden kaçarcasına birer kanepeye attık kendimizi; ben daha da abartıp oda değiştirdim. Ramazan'da hepimiz ergen gibi davranıyoruz.

Bu kesif (bunu da hep bir yer bulup kullanmak istemişimdir) yalnızlıkla ancak bloga dönülebilir, yazı yazılabilir dedim. Turne günlüklerimden son izlenimlerimi de aktarma niyetindeyim. Ankara'ya da yeterince yer vermeliyim bu minyatür seyahatnamede.

Amasya'dan Ankara'ya dönüş tam anlamıyla çileye dönüştü sayın okur. Mis Amasya Turizm'in sayın yolcularından ben ve Saide, kesif ayak kokusundan telef olacaktık. Ayakkabısını bir giyen bir çıkaran, bu suretle aralıklarla buram buram koku salan o şahsa karşı saatlerce amansız bir mücadele verdik. Kanaatimce bu, bir ayağın tek başına yapabileceği bir iş değildi. Mutlaka ki naylon, polyester karışımı bir güçle desteklenen menfur bir suikast girişimiydi. 

Aşti'ye vardığımızda bu kokuyla yaşamaya alıştığımızı zannediyorduk artık; gözlerimiz kanlanmış, benzimiz sararmıştı, ta ki farklı vücut ifrazatlarının kokularıyla karşılaşana dek... Hava sıcaktı, insanlar düşüncesizdi. Oysa sıklıkla duş alamayacak kimseler için kozmetik dünyası ne kadar da genişti. 

Her şeye rağmen ikinci yuvamıza kavuşmuş olmanın heyecanıyla kendimizi Kızılaylar'a sokaklara attık. 


bakın, bir Times Square pozu adeta, ne kadar da havalı


Ankara'ya Mine'nin düğünü için gittik. Artık ne Saide'nin ne benim bir evimiz olmadığı için, bizim serinin dördüncüsü Gamze açtı bize kollarını. 

Her grubun bir hanımefendisi, bir kaçığı, bir oburu, bir de delisi vardır; Gamze, delisidir. Kendi ürettiği yaşam enerjisiyle çalışır. Acayip süslüdür. Böyle takma saçlardan filan anlıyor yani, öyle bi şey. Felek bizi savurmadan evvel yediğimiz içtiğimiz birdi. 


Saide'yle biz, iki şeytan, bu yavrucağın saflığından faydalanıyoruz devamlı. Yiyor efendim her seferinde, nasıl faydalanmayalım. Temiz kalpli insanları kötü emellerimize alet ettiğimizi de itiraf etmiş olmanın verdiği rahatlıkla, her şeye rağmen bizi sopayla kovalamayan Gamze'ye sığındık. Çok özlemişiz keratayı. Bahçeli'ye çıktık, arkadaşlarımızı gördük, eğlendik. Balkonda gece oturması yaptık; o saatte çiğ köfte yedik. 


Ertesi gün Özlem'le buluştum, kahvaltıyla başlayan gün kendiliğinden çok keyifli bir şekilde aktı gitti. Kendimizi ayakkabı sergilerine, mağazalara bakarken bulduk. Tıpkı Atina'daki gibi. Aç tavuk kendini darı ambarında sandığı için de kendimizi facebook'ta Monastiraki'de etiketleyerek, egomuzu doyurduk. Haritada Ankara-Bahçelievler görünüyordu bizim Monastiraki, olsun. Pek özlemişiz birbirimizi de, paylaştığımız her şeyi de.

Kendimizi Kızılay'da bulduğumuzda beni, yaşayabileceğim en güzel sürprizlerden biri bekliyormuş; ancak bu sürpriz bana yapılmadı, ben ona rastladım. Redd 'Sokak Gençlerindir' etkinliği kapsamında Karanfil'in göbeğinde konser vermesin mi?! Delirdim delirdim. ağzım açık kaldı, gözlerim kırpıştı, ışıldadım yani. Musmutlu oldum. 

O mutlulukla gittim saçlarımı kestirdim. Niye yaptım bilmiyorum; insan düğüne hazırlanırken fön çektirir, topuz  filan yaptırır, ben kestirdim. 

Saide, Gamze ve ben şık şıkırdım giyindik süslendik boyandık, düğüne yollandık. Düğünde de, hiç düğüne gelmiş gibi davranmadık. Kendi halimizde komik resimler çekip geyik yapmakta bir mahsur görmedik. 



biz tabi evde kalırız'ın şekil üzerinde anlatımı


Kendi ellerimizle, gelin olmuş giden arkadaşımıza veda ettik. Evlendi mi lan bu şimdi? tadında hayret içerikli cümlelerle salonu terk ettik. 

O gece Bahçelievler'i ayakkabılarım elimde, acılar içinde koşarak geçtim. Yarın gidecek olmamın ve kimsenin beni tanımamasının verdiği rahatlıktı belki de. Evde ben acılar içinde bir kenarda kıvranırken, kızlar uçabildiğini keşfettikleri anda çığlığı bastıkları dev devasa bir böceğin peşine düştüler. Bir rivayete göre Gamze bir darbe indirip öldürdü, bir rivayete göre de mendebur böcek bir köşeye sindi. Soru işaretleriyle daldık uykuya. Ancak bende, bütün bir yazı türlü böcek ve mahlukatla geçirmekle lanetlenmiş olmanın verdiği alışkanlık vardı; tepki bile vermedim aha bu kadar böcek var! yakarışlarına. Benim olduğum yerde elbette böcek olacaktı. İlişkiyi ben de bilmiyordum, ama bu böyleydi.


Neticede Ankara'yı bir kez daha terk ettim. Bir daha ne sebeple olur bilmiyorum, ama bir sebep olsun da gideyim diye dört gözle bekliyorum.







20 Temmuz 2012 Cuma

turne günlükleri III

En yemeli içmeli bölümün Ramazan'ın ilk gününe denk geleceğini hesaplayamadığımı söylesem de bana inanmayacağınızı biliyorum. Oruç tutanlarınız varsa, bu post iftardan sonra iyi gider. Bu bölümde laf karıştırmayıp safi yemekten söz edeceğim. Daha yeni sofradan kalkanlar varsa şöyle geri dursun; zira benim okurum heyecanlı, hevesli ve katılımcıdır.

Saide, Merzifon'da, masterını da bitirip henüz evde oturuyor olmasına bir türlü anlam veremeyip beyin kemiren iç kurtlarına inat, hobilerinin peşinden giden güzide bir insan. Hayır niye kıskanıyoruz anlamıyorum. Her üniversite mezunu aç kalmalı, istemediği bir işi yaparak mutsuzluktan gebermeli ki toplum tarafından sevilsin. Neyse. Kendisi Bedesten adında, bedestenden restore edilmiş mekanda gözlemci şef. Evet bu tabiri ben buldum. Tanıdık vesilesiyle mutfağa sızdı; şeflere kendini sevdirdi, elinde bir not defteri bir kalem, ara soğuklar, başlangıçlar derken bir vakittir mutfakta eğleniyor. Yemeyi bu kadar çok seviyorken yapmayı neden öğrenmesin.

Bir akşam Bedesten'e gittik. Çok güzel karşılandık. Bir önceki postta belirttiğim forsum, burada da kankamdan ötürü devam etmekte. Saide'siz perişan olmuş insanlar; ne onun gibi marul yıkayan, ne soğan doğrayan, ne de çorba karıştıran varmış mutfakta. Hepsinin gözleri parladı görünce.




Tabi. Böyle hanım hanımcık, el el üstünde mönüyü bekledik.


Sonra benim içimdeki canavar uyandı. Osmanlı mutfağından, insana fazla geleceği aşikar genişlikte bir seçki istedik.




Birbirinden dehşet'ül azam mezelerle, şekilde görülen arnavut ciğeri, börek-i makiyani hassa, içli köfte ve falafel istedik. Bunlar başlangıçlardı. Evet.

Restoranın halkla ilişkiler görevlisi çok güleryüzlü, pek ince Nejat bey, bunların üzerine asıl yemeğimiz olan topuz kebabını söyleyeceğimizi duyunca dehşetini gizleyemedi. Umursamadık. Saide'nin sonra yeniden mutfağa dönüp o insanlarla olacağı gerçeğini bile umursamadık. Ölesiye yedik. Şimdi sıra o efsanede işte. Topuz kebabı. Ulu şefin patentli şahsi icadı: savaş aletlerinden mutfak gereçleri yapma.




Bu topuz. Kendisi mutfağa sokulacak şekilde küçültülmüş; üç bin derece gibi efsane sıcaklıklarda (Az önce Saide'den gelen düzeltmeyle, bu sıcaklığı bir tarafımdan attığımı anladım. Sanırım yediğim andaki gibi bir trans halindeydim yazarken; rakamları soktum bir birine; mutfağı da madene çevirdim. Doğru sıcaklık maksimum üç yüz derece canlar, korkmayın) ısıtılan topuza sebzelerle karışık muhtelif etler asılıyor; cos cos soslanıyor, allanıyor pullanıyor, bi şekiller filan. Netice    bu oluyor:





Sıra geldi şerbetlere. Ulu şef, kendi karışımları olan Hürrem, Gül, Mihrimah, Misk-i Amber ve Osmanlı adlarındaki bu şerbetleri hazırlarken bizim kızı şutlamış; öğrenememiş içlerinde ne var ne yok. Bendeki gurmelik de bir yere kadar tabi.

İnsan değiliz ya, şerbet görmüş de değiliz haliyle, hepsinden tatmak için minyon bardaklarda şerbetler aldık. İşte şerbet shotlarımız: 


Şerbetlerin ardından, Osmanlı usulü şıklıktan kırılan kahvelerimizi de yudumladıktan sonra, biz de artık doyduğumuza ikna olur gibiydik. 

Bu akşam yaptığımız şey durup dinlenip, gezip dolaşıp midede yer açıp yemek yemekti. Bir an düşününce bu yaptığımın pislikten öte bir şey olmadığını, bok boğazlının teki olduğumu düşünüyorum. Sonra da, bunların rastlanabilecek ender lezzetler olduklarını, bu yüzden insanüstü bir efor sarf etmemizin normal olduğunu anlatıyorum kendime; çok güzel oluyor.

Aşağıya restoranın web adresini ekliyorum; mönüye bir göz atmanızı rica ediyorum. Şimdiye dek çorba salata sebzeyle hafif hafif, sapsağlıklı beslenip kalori hesapladığına kahretmek isteyen fakirlere gelsin:

http://www.bedestenosmanli.com/

Ya neler kaçırıyorsunuz siz dostum böyle?


Öpçük.


18 Temmuz 2012 Çarşamba

turne günlükleri II

Ne diyorduk?
Günde kalmıştık, atlattık sayın okur, atlattık. Ancak bunu objektif biçimde değerlendirecek kadar soğuduğum zaman anlatacağım.

Satırlarıma Merzifon'un saygıdeğer ailelerinden Okudan'ların pek müstesna fertlerine şükranlarımı bildirerek başlamak isterim. Saide ve ailesi, her türlü konforu haiz bir hafta yaşattılar bana, sağ olsunlar.

Öğrendiğim Merzifonca birkaç kelimeyi de paylaşayım. 
Fiil çekimlerindeki temel kalıp şöyle: gidiyonuz mu? şeklinde halihazırda yanlış kullanılan dilbilgisi, Merzifonca'da gidiyoğuz mu? şeklinde dibe varıyor.

Başlıca ünlemleri "heeri". Beri bak heeri, hadi heeri gibi. Muhacirlerin mori'sine benziyor.

Ellaam, galiba demek. İdrakımı kolaylaştırmak açısından Saide'nin örneğini aynen aktarıyorum: Isıcah ellaam. Sıcak galiba.

Bazı kesimler basmak fiilini  "çökmek" olarak ifade ediyorlar. Telefonu kullanmayı tarif eden kadın, önce ikiye çök diyor, hatta çoh gibi tuhaf bir tınıyla çıkarıyor.

Dilimize geturruk, göturruk gibi yaklaşımlar da mevcutmuş, ben tanık olmadım.

Misafirliğim sırasında kendi öz dangalaklığım da benden el çekmedi elbet; günlerce, nereden çağrışım yaptığını kahretsin ki bilmediğim bir türkü yedi beynimi. Artık dışa vurmak zorunda kaldım derdimi. Söyleyeyim de bitsin bu çile dedim:




Bedia Akartürk - Kesik Çayır Biçilir mi?


Allah'tan ki Saidem'in anneciği kafa kadın. Hoş gördüler beni. Horlamadılar, dışlamadılar; hatta anlamaya bile çalıştılar. Bol çaylı, muhabbetli geceler geçirdik; uykularından ettik. Ben kahve sever bir insanım. Saide'yle gırtlak konusunda paylaşamadığım ender zevklerden biri bu.  Gördüm ki ailecek anlamıyorlar. Kahve içmemek, bu zevki bilememek insan ruhunda nah bu kadar bir gediktir oysa. Eşlik ettiler tabi yine de. Belki bir gün sevebilirler de.

Misafirliğimin bir gününde Saide'ye entari almaya Çorum'a gittik. Merzifon'la kıyaslarsak Çorum bir moda başkenti tabii. Gezdiğim gördüğüm ve midemi bozan tavuk bana kalsın da, şehrin girişindeki Çorum'a hoş geldiniz, gülümseyin! tabelasına ben hiç anlam veremedim. Niye gülümsüyoruz ki? Şehir insanındaki bu iddia ve öz güven birkaç gün sonra Amasya girişindeki, Bu şehri görmediyseniz, en güzelini henüz görmediniz şeklindeki yazıyla tavan yaptı. Mesela Adapazarı'na da böyle bir yazı koyacak olsak, şöyle bir şey olabilirdi: Adapazarı'na geldiniz. ? Dimi? Eminsiniz?

Amasya demişken, Amasya İl Kültür Müdürü ve sevgili eşi, aynı zamanda Okudanlar Familyası'nın kıymetli arkadaşları oluyorlar. Hal böyle olunca Amasya'yı müdür beyin bizzat kendisi eşliğinde enine boyuna gezdik. Müzelerde bol kepçeden açıklamalar dinledik, konaklarda incik cinciğine kadar bilgi topladık Forsumuz yerindeydi anlayacağınız. Biz geziye çıktık mı böyle çıkarız. Teah...

Genelde ben böyle havalandım mı altımdan halıyı çat diye çekiveren Rabbim bu sefer beni bozmadı. Forsum Merzifon'un ciks mekanı, Bedesten'de de katlanarak sürdü. 

Şimdi makine bitirdi, gidip çamaşırları asmam lazım. 


16 Temmuz 2012 Pazartesi

turne günlükleri I

Anadolu turnem sona erdi, kuş yeniden yuvada. Seyahatname tadında bir günce çıkarmayacağım ortaya, yediğin içtiğin senin olsun, gezip gördüğünü anlat derler adama ama ben öyle de yapmayacağım elbet. Neden? Yemek benim yaşam biçimim. Niye anlatmayayım. Amma da değişik şeyler yedim hem.

Bu turnemi bir yazı dizisi şeklinde yazıya dökeceğim. Zaman zaman anekdotlar (yeri gelse de kullansam diye geberiyordum) paylaşacağım. Evet. Zannediyorsunuz ki dağlarda kamplar yaptım, çakallarla boğuştum, tavşan eti yedim filan, üüfff, bir sürü macera. Yoo... Merak uyandırayım dedim. 

7 temmuzdan itibaren iki kez Ankara'ya gittim geldim, iki düğün yaptım, bu arada Amasya, Merzifon, Çorum gibi müstesna Anadolu kentlerimizi gezdim; özellikle Merzifon'da herkesi benimle tanıştıklarına memnun ettim. Yeni tanıştığım muhtelif yaş gruplarından insanlarla o bildik tanışma diyaloğunu ilerletme konusunda bazı sıkıntılar yaşandı, ben de, memnun oldum'ları vurgulamak, kendiliğinden söylemeyene söyletmek zorunda kaldım. Geyik konusu oldu tabi, hoş oldu. İlkini İkbal denen bir bıdık oğlanla yaşadım: 

-Merhaba İkbal ben Kevser.
+şaşalak bir ifadeyle gülümseyerek kafa sallayan İkbal suratı
-Tanıştığımıza çok memnun oldum İkbal.
+aynı ifade
-Sen de benimle tanıştığına memnun oldun mu İkbal?
+aynı ifade, sonsuz kafa sallayışlar...

Velhasıl, ben memnun, Merzifon zaten memnun, ayrıldık.

Ben şimdi yuvaya döndüm ya, bünyem yine alt üst.

Ben dün fik fik Karanfil'lerde, Bahçeli'lerde takılıyordum; az önce kapıları sildim, bulaşık makinesini boşalttım. Yarın annemin günü var. Bizde. Bu akşam tatlı yapacağız. Yarın da erkenden kalkıp hazırlıklarımızı tamamlayacağız. 
Temmuzun göbeğinde terleyip, birbirimizi ıslak yanaklarımızdan ısrarla öpüp, alt küme bulurcasına birbirimize nasılsın? diye soracağız. Az önce üç kere iyiyim dedim ya...


4 Temmuz 2012 Çarşamba

Yetenek Max değil, benim!

Evet gençler kabul ediyorum, ben sanatkar bir ruhum. Zaten birkaç hafta önce Kevsel Aktiviteler postumda sarmaları tencereye kusursuz bir ahenkle dizişimden bunu anlamış olmalıydınız.



Bu benim son eserim. Lise yıllarında merak sardığım incik boncuk sevdası geçtiğimiz günlerde nüksetti, bu çıktı. 





Kendileri bir adet kolyeyle bileklikten müteşekkil ve bunları ton ton anneme armağan ediyorum. Ton ton annen 40 kilo mu, o ne bilek öyle diyebilecek sanat düşmanları, misina örgüsü bu, esniyor.

Annem ton ton olduğu kadar iyi bir ticaret kafasına da sahip. Ben saf saf, ayyy negizel, yapar yapar herkese hediye ederim bunlardan diye ortalarda yandırırken, o, sen bunlardan daha yap da ben günlerde kadınlara satarım gibi parıltılı bir öneriyle geldi. Ben günleri hiç böyle değerlendirmemiştim. Daha gidilecek çok yolum var.

Aslında o lise döneminde de seri üretime geçmiş, işi bir süre ticarete dökmüştüm. O zamanlar daha para gözmüşüm zahir. E tabi, habersiz okul kırıp sinemaya koşmalar için, haftalığımdan hariç bilet parası bulmak zorunda olmak gibi ergen sorunlarım vardı o zamanlar. Kafalar zehir. El emeği göz nuru gibi duygusal bir kaygım yoktu; el emeği kazanç kaynağı demişim. İyi etmişim. 

Not: Bu yazıya başlık bulmak konusunda çok sıkıntı yaşadım, diğer pek çok yazımda olduğu gibi. Son günlerdeki temel sıkıntılarımdan biri de bu. Ya.

1 Temmuz 2012 Pazar

ben blogger oldum!


Şu anda 100. postumu yayınlıyor olmanın haklı gururunu ve tuhaf mahcubiyetini yaşıyorum. 


İstikrarlı yaptığım ender eylemlerden biri oldu bu blog işi. 

Bu posta özgü heyecanımdan dolayı açıkçası ne anlatsam pek bilemez haldeyim. Size araba maceralarımdan söz edeyim.
En son sürünüyordum ya; artık emekliyorum. Bugün babamla 8. günümüz. O hala ne sırtımı sıvazlıyor, ne kafasıyla bir işaret çakıyor, ne de hııııhh gibi bir onay ünlemi yapıyor. Olsun. Cayır cayır trafiklere, dev devasa kavşaklara akıyorum. Pire gibiyim. Maşallah deyin.

Annemin panik hallerinden bir önceki postumda söz ettiğime göre, neyle karşı karşıya olduğumuzu hepimiz biliyoruz. Heh. İşte bugün o annemi anneanneme götürdüm ve dahi geri getirdim. Annemin suratı hafif bir vişne çürüğüyle mürdüm arası bir şeydi ama netice itibariyle, atılabilecek nihai adım atılmış oldu. 
Hadi hayıllı olsun, artık yeni bir canavarınız var.

Ben bu hafta sonu ülke çapında bir seyahate çıkıyorum. Evet seyahat deyince çok dolgun duruyor. Ankara'ya gidip arkadaşımı evlendirdikten kelli, Merzifon'a geçip Saide'ye iade-i ziyaret yapacağım. Tabi tabi, öyle arayı hiç soğutmayız biz. Bu kadar durmam bile çoktu. Oradan da kah Samsun kah Amasya, Anadolu'muzun güzide kentlerini karış karış gezeceğiz. Ve dahi yetmeyecek, ertesi hafta yeniden Ankara'ya dönüp Mine'yi evlendireceğiz. Bu yaz arkadaşlarım bir seri halinde evleniyorlar da, akın akın. Bize de layıkıyla oynamak, yanı sıra şöyle ebatlıca bir küp ayarlamak kalıyor...

Tabloyu olabildiğince şevkle anlatmaya çalıştım ama yediniz mi bilmiyorum. Çünkü bu mevsimde, saydığım şehirlerin birer Alex olmadığının pekala farkındayım. Ve bu farkındalık beni kahrediyor. 

Sıra sahillere de gelir temennisiyle sözlerime son veriyor, nice yüzüncü postlarımı sizlerle kutlamayı diliyorum.