Şimdiye kadar çoğunlukla zevzek denemelerimle tanıdığınız bendeniz, birazdan sizinle çok farklı bir örnek paylaşacağım. 'Yazın' hayatımda benim de hiç beklemediğim bu değişikliğe, yakın zamanda güzel hikayeler yazmaya başlayan çok sevdiğim birinin desteği -aslında destek diyemem zira kendisinin haberi bile yok- enerjisiyle kalkıştım.
5 yıl önce, -dünyam o zamanlar bir toz bulutuydu- hayatımda ilk ve son defa bir öykü yazdım. Ve bununla bir yarışmaya katılma cüretini gösterdim. Ve tabiki dereceye giremedim. Fakat bu hikayeyi jüri ve birkaç yakınımdan gayrı kimseyle de paylaşmadım. Dediğim gibi, toz bulutuydum; kendimi kendime ispatlama, başarma gibi duygular yazma zevkinden daha baskın motivasyonlardı. Ellerimden çıkmış bir hikaye bana bendeki pek çok şeyi gösterirdi.
Velhasıl, yazmak, artık sadece bir keyif benim için,
Paylaşmak istedim. Hikaye, aynı muhitte yaşayan bir grup insanın bir fotoğrafı diyebilirim. Belki siz de seversiniz.
AYIN HALLERİ
-1-
Farklılıklara hep
kocaman, şüpheli gözlerle bakan, içine kapanık bu kentte güzler doya doya
yaşanırdı. Mevsim, saltanatının son günlerini sürmekte olan yazla, ardına
poyrazını kattığı gibi tahta çıkmayı bekleyen kışın arasında sıkışıp kalmaz;
tüm yapraklar keyiflerince solar, sararır, kızarır ve nihayet düşerdi.
İnsanların üstlerinde kalan yaz coşkusu da perde perde söner, yerini mevsimle
uyum içinde bir sararan bir kızaran melankoli alırdı. Kış hazırlıkları
başlardı; hem evlerde hem insanların içlerinde.
Sonbahar başlamak
üzereydi yine. Rüzgâr macunsuz camlara, kurum dolu bacalara yoklama çekmeye
başlamıştı bile. İstanbul’a iki adım bu kentte göçmen, Boşnak, Kürt, Arnavut,
Çerkez mevsimleri beraber yaşıyordu. Herkes, kimsenin çıkıp da resmen işaret
etmediği hudutlar içinde biraz aynı biraz farklı yaşayıp gidiyordu.
Kentin çarşısında
yaşam nispeten daha hareketliydi. İşe gidenler sabahtan sokaklara dökülür,
merkezdeki mahallelerde kepenkler daha erken açılırdı. Kuyumcular mahallesinin
kırk yıllık sakini Memnune Hanım erkenden penceresine tünerdi. Minderin
duruşundan tutun hükümetin politikalarına kadar her şeye burun kıvırırdı
senelerdir. Her şeyi çok bilir; verseniz üç günde hem memleketi adam ederdi, hem
de ev hanımıyım diyen bir tabur
kadını paçavraya çevirirdi. Mahalle günlerinde, başkaları konuşurken o
boğulurcasına kısırını kaşıklardı çünkü yalnızca kendi hayatı dinlenesi
öykülerle doluydu.
Vaktiyle kızı
Bahtışen'i, otuz yıl öncesinin popüler manifaturacılarının sıra sıra dizildiği,
bir dükkânın kirasıyla aşağı sokakta iki ıslama köfteci açılabilecek Uzun Çarşı
dükkânlarının varyemez esnaflarından Pirhasanlar’a vermişlerdi. Aman ne düğün ne
şamata! Pirhasanlar’ın Pirhasanlar olduğu vakitler. Bahtışen’in boynunda
metrelerce atlaslar, en iyisinden Amerikanlar, ipekler...
Bahtışen tıpkı
annesi gibi, isminden katiyen nasibini alamamıştı. Aileye bir çocuk veremediği için güngörmüş kayınvalide
tarafından "çorak tarla" diye çağrılır oldu. Neyse ki adı şen yazgısı
kara Bahtışen aniden kalbi duruveren pasif kocası sayesinde genç yaşta dul
kalıverdi. Mahallesine dönüp annesiyle çile doldurmaya başladı. Memnune Hanım kızının
kadersizliğinde onu küçük yaşta evlendirmelerinin de payı olduğunu biliyordu.
Fakat kendi kabahatini yine ortalığı lafa boğarak bastırıyor, Bahtışen
hayatının bu hale gelmesindeki kabahatliyi teşhis edecek kadar uzun süre
düşünemiyordu bile.
Çenesiyle yiyip
bitirdiği memur kocasını elli iki yaşında tez elden Hakk’a iade eden Memnune
Hanım şu sıralar, tek göz bakkal Ali İhsan Tokgöz'ün kızı Leyla'ya fena halde
taktı. Leyla iki yıl önce, annesinin vefatından hemen sonra komşu mahalledeki
gipür fabrikasında çalışmaya başlamıştı. Uyanık kızdı. Kendini kısa zamanda
sevdirdi, fabrikanın vazgeçilmez elemanlarından oldu. İşe gidip gelirken
kullanılabilecek en kısa yol Memnune Hanım'ın penceresine nazır bu sokaktı.
Memnune Hanım devamlı açık duran penceresinden ne vakit yoldan geçen Leyla'ya
laf atsa, mahallenin oğlanlarına kuyruk salladığını ima eden laflar sokuştuyordu.
Yok canım, Leyla’nın kötülüğünü istediği için böyle demiyordu elbet.
-Kız dediğin şekerini suya düşürmez. Ardından
baktırır ama laf söyletmez.
Bunlara kulak versindi;
Bahtışen ablasına baksındı. Yağlı kapıdır deyip de hemen kapılmamak lazımdı.
Talih adama bir defa açardı kapıyı. Girdin girdin, bir daha beklerdin.
Leyla içtenlikle
gülümsüyor, tüm sevecenliğiyle Memnune Hanım Teyzenin bu iğneli ikazlarına minnet
duyuyormuş gibi yapıyordu. Hay Allah eksik etmesindi. Her mahalleye bir Memnune
lazımdı.
Öte yandan Leyla o
kadar aptal veya toy değildi. Leyla ve onunla fabrikada çalışan, mahallenin tüm
çalçene kızları her öğle paydosunu çarşı içindeki Gülsever Aile Çay Bahçesinde
geçirirlerdi. Her nasıl denk geliyorduysa artık, Sami’nin de o sıralarda
mutlaka bir işi düşerdi aynı bahçeye. Kentin tek Mercedes galericisinin biricik
oğlu Sami'nin karşısında bacak bacak üstüne atıp otururken, sağ bacağını
gereğinden fazlaca kaldırıp attırışından Leyla'nın da yetişkinlerin gönül
işlerinden az biraz çaktığını anlayabilirdiniz. Sami de yumurta gibi oğlandı
Allah için. Ailenin yüzünü yalnızca yurt dışında okuyan ablası Şule aklıyor
olsa da, aile için varsa yoksa Sami’ydi. Tüm haytalığına, iş görmezliğine
rağmen annesinin de babasının da dalyan
gibi oğlu, paşası ve bazen de şehzadesiydi.
Leyla'nın bakkal
babasına tek göz denmesinin nedeni, dükkânın eşiğinden adımını atan her
müşteriye Kore gazisi dedesini yorulmaz biz azimle yıllardır anlatmasıydı. Ali
İhsan’ın iki gözü de sağlamdı. Fakat dedesinin savaşta bir gözünü kaybetme hikâyesini
öyle bir anlatışı vardı ki yüzündeki dehşet ifadesinden dedeyi unutur, kendisi
Kore gazisi olmuş sanırdınız. Bu hikâyeyi kendi hayatıyla bütünleştirmesinin
asıl sebebi dedesinin gazi oluşunun, kendinde asla bulunmayan cesaretin vücut
bulmuş hali olmasıydı. Bununla yatıyor, kalkıyor, yaşıyordu yıllardır. Gün
içinde defalarca anlatılıp tazelenerek güncel tutulan bu hatıranın gölgesinde
geçmişinin tüm acizlik ve basiretsizliklerinden saklanıyordu. Öte yandan öyle
tarihiyle çok haşır neşir bir adam da değildi. Günlük gazetelerin, spor
sayfaları ve büyük puntolu başlıklarının dışında pek bir şey okumuyordu. Bazen
de elinin tersini ağzına götürüp gürültüyle geğirirken, gazozunun içindekiler
bölümünü meraklı gözlerle okurdu her seferinde.
Fakat Tekgöz Ali
İhsan Tokgöz gazeteler konusunda hassastı. Her sabah gazeteleri standa
yukarıdan aşağıya, özenle, milimetrik şekilde diziyordu. Standının en altına öbür türlü gazeteleri öylesine bir sokuşturuveriyordu,
ön yüzleri tezgâha dönük, görebileceği biçimde. Annelerinin başlarından
atabilmek için iki üç kuruş verip bakkala gönderdikleri çocuklar, bodur
parmaklarıyla en alt kata gayri ihtiyari sokuşturulmuş bu koca memeli
kadınları işaret edip birbirlerini dürtüyor, kıkırdıyorlardı.
Leyla flört
ettikleri zamanlarda Sami’nin o bıçkın duruşu, göz süzüşlerinin altında, açığa
çıkmayı bekleyen bir öküzün yattığını bilemezdi. Çay bahçesinde, sinema
çıkışında, Sami Leyla’yı avlunun kapısına kadar getirdiği akşamlarda, evlerine
Pazar kahvaltısına geldiği sabahlarda ve bazı hafta sonları Leyla’yı İstanbul’a
gezmeye götürdüğü, vapura bindirip salep içirdiği günlerde, Leyla bunu hiç
anlamadı. Hafta sonları saçına fön çektirmek için gitmeyi adet edindiği kuaför
İclal Abla’da, aylar öncesinden kalma moda, magazin, kadın dergilerini okumayı
pek seviyordu. 14 Şubat önerilerini, küçük moda sırlarını, romantik bir akşamın
anahtar önerilerini ilgiyle okuyor, kendisini ve Sami’yi şömine başlarında, puf
koltuklarda düşünüp hayaller kuruyordu. Romantizmi bu sanıyordu. Bu yüzden sığ,
bayağı mesajlarını cep telefonunda biriktirmek hoşuna gidiyordu. Bu klişe
mesajların aralarında giderek çoğalan, tutkuya dönüşen aşkın en büyük nişanesi
olduğuna inanıyordu. Uyumadan önce bunları okuyup keyifleniyor, Sami’nin ne
kadar ince olduğunu düşündükçe içi titriyor, Kim bilir daha neler yapar? diye aşırı aşık sırıtışlarla uykuya
dalıyordu. Leyla dışarıdan bakınca bir sakin limandı; ruhunda ise sadece fırtına
değil, iç içe geçmiş pek çok doğal afeti barındırıyordu. Tutkudan ve ihtirastan
örülü iç dünyası dışarı asla ışık sızdırmıyordu her nasılsa. Maddi hırsları
olmasa da manevi hırslarının ateş alması bir kibrite bakardı.
Ali İhsan bakkal
Sami’yi sorgulamıyordu, karakterini, tarzını… Sami arada eve gelip gidiyor,
yemek yiyor, havadan sudan konuşuyorlardı. Ali İhsan bakkal Sami’yi kapıya
kadar yolcu ederken sırtına güm güm vuruyor, Hadi bakalım, gene gel, babanlara selamlar, bir ara bir çayını içmeye
gideceğim inşallah diyordu. O da güven verici buluyordu Sami’yi. Sami’den
çok, onun varlıklı ailesiydi Ali İhsan’a bu rahatlığı veren. Leyla’nın ömür
boyunca rahat yaşayacağını, kendisinin de manyak
Memnune gibi dul kız üzüntüsü çekmeyeceğini düşünüyor, ötesine kafa
yormuyordu. O da pek çok insan, hatta Sami’nin kendi anne babası gibi kof bir
hayranlık besliyordu Sami’ye. Tipine mi, şahsiyetine mi, havasına mı
bilmiyordu. Ama Sami’ye bakmak hoşuna gidiyordu. Onda göze hoş gelen bir yüz,
bir duruş vardı. Göz dolduran bu boş bedendi belki de kimsenin daha ötesini
sormasına lüzum bırakmayan.
-2-
Leyla ve Sami iki
ay sözlü, beş ay da nişanlı kaldıktan sonra evlendiler. Leyla işi bıraktı.
Kendini evine ve kocasına adamak, hayatın tadını Sami’nin biçimli kollarında çıkarmak
istiyordu. Sabahları Sami’den önce uyanıyordu. Ekru ipek sabahlığını sırtına
geçirip mutfağa gitmeye hazırlanırken gardırobun aynasında şöyle bir bakıyordu
kendine. Dergilerdeki kadınlar gibiydi işte. Sami’yi kaldırıyor, neşeyle
kahvaltı ediyorlardı. Kahvaltıdan sonra Sami Leyla’yı biraz gıdıklıyor ve
galeriye gitmek üzere evden çıkıyordu. Artık gün içinde ne bir mesaj
gönderiyordu, ne de arıyordu Sami. Bu telefon ağırlıklı ilginin bittiği ancak
birkaç hafta sonra dikkatini çekebildi Leyla’nın. Artık hep elinin altındaydı
adamın, normal tabi diye düşündü.
Evlendiklerinin
ikinci ayında Sami eve geceleri gelmeye, akşamları yemek saati eve bir uğrayıp,
üstünü başını değiştirip hemen çıkmaya başladı. Bu kadarı da normal değildi
tabi. Konuşmak istedi Leyla. Sami’nin dövmesi, sövmesi yoktu; hırçın bir adam
değildi. Ama açıkça görülüyordu ki başka bir tepkisi de yoktu. Bön bön baktı
Leyla’ya. Leyla’nın birbiri ardına sıraladığı duygu ve ajitasyon yüklü
cümleleri öyle anlamsız geldi ki ona, sanki karısı bir oyundaki rolünü
ezberliyordu. Karısı tiradını bitirene kadar sakin sakin bekledi. Bitince, Ne saçmalıyon kızım ya! deyip evden
çıktı. Bu kusursuz iletişim Leyla’yı dehşete düşürdü. Silkindi. Sami o kadar
net ve kendinden emin bir şekilde söylemişti ki cümlesini, Leyla kendi
duygularından şüphe etti. Hakikaten fazla abartmıştı galiba, biraz büyütmüştü sanki.
Tabi canım besbelli panik olmuştu, neydi o dramatik haller, yolun sonuna
gelmişler gibi yalvaran konuşmalar filan. Sonrasında aşkından geberdiğini sandığı Sami’nin arzularını körükleyecek yeni
metotlar geliştirmeye, kocasını etkilemeye çalıştı.
Bir bakıma
endişelenecek bir şey sahiden yoktu. Kadınla kızla işi yoktu Sami’nin.
Arkadaşlarına düşkündü. Akşamları saçak altlarında, baraka önlerinde sofralar kurmayı,
sahilde sabahlamayı seviyordu. Arkadaşları bu kerli ferli haliyle karıya kıza
gitmeyip kendileri gibi bir hıyar sürüsünün peşinden geliyor diye Sami’ye
takılıyorlardı. Piknik tüpü, dibi kazınmış teflon tava, ızgara ve balıkçı
iskemlelerinden oluşan bu avare kadroyla yaşadığı sosyal hayatın hazzını hiçbir
kadında ya da yuvada tadamayacağına hastalıklı biçimde inanan Sami, gruptan
başka birileri daha evlenecek de düzenleri sekteye uğrayacak diye endişe
ediyordu.
Leyla toplamıştı
kendini, vara yoka sızlanmıyordu artık. Böyle dik durup, gardırobun önünden her
geçişte kendine metanetli ve kaçın kurası ev kadını pozları atarken, ipekli
sabahlıklarının yerini zamanlar kaşmir şallar, yün patikler, sonra hırkalar,
derken tiril tiril bluzlar aldı. Mevsimler değişti. Sami’yle uyudukları
gecelerin sayısı giderek azaldı. Yeniden yaz geldi.
O yaz, master
eğitimini bitirip tatile gelen görümce Şule’yi akşam yemeğine misafir ettiler.
Şule’nin bu sefer ki gelişi her zamankinden daha şaşaalı oldu. Kaç senedir Londra’da
okuyan kızlarına doyamamışlardı tabi Sakıp Bey’le Meral Hanım. Yemekten sonra
Sami yine fırladı gitti. Gelin görümce dertleştiler o gece. Hemen hemen aynı
yaşta ve aynı mahallenin kızları olmalarına rağmen Leyla hanelerine girene
kadar ikisinin ortak bir sohbetleri yoktu. O akşam Leyla döküldükçe Şule onu
dinlemeye doyamadı. Leyla da bir muhatap buldu diye coştukça coşuyor, görümcesine
bir bir anlatıyordu. Sami’nin eve gelmemelerinden fark edilmeyişine, süsün
cilvenin kar etmediğine, yemeklerini beğendiremeyişine, çocuk istemeyişine,
unutulan yıldönümlerine, ne kadar ihmal
edilmiş ev hanımı beklentisi
kaldıysa içinde, anlattı rahatladı.
Şule sosyoloji
mezunuydu. Eskiden beri hep farklı olmuştu yaşıtlarından. Mesela moda, erkek
arkadaş onun için başka şeyler ifade ediyordu. Aile, iş, ilişkiler ve hak
kavramlarına fazlaca kafa yoruyor, gündemi takip ediyor, tarihe ilgi duyuyordu.
80’li yıllara özel bir ilgisi vardı o zamanlar. Kendini tanımaya çalışıyor, kişiliğine
yapıştıracak bir düşünce yapısı, bir yol arıyordu. Dava insanı profili
çiziyordu kendine göre. Pek çok örnek gibi bu ruh onda da zamanla törpülendi.
Üniversite eğitimi, siyasi tarihe olan ilgisini biraz daha sosyal meselelere
yöneltti.
Bölümün sunduğu her
olanaktan, her kaynaktan sonuna kadar faydalanıyordu. Hiçbir semineri
kaçırmıyor, hocalar üç okuyun dediyse o beş okuyordu. Son sınıfa geçtiğinde ilgileri
ve tutkuları iyiden iyiye şekillendi. Şule kadınları tanımalıydı. Gazetelerde
okuduğu kadın cinayetleri, çocuk gelinler, okutulmayan kızlar ve tüm diğer
cinsiyet meseleleri takıntı haline gelmişti. Üzerlerinde saatlerce düşündüğü
haberler oluyordu. Bu yüzden Kadın Çalışmaları alanında uzmanlaştı.
Leyla’nın
anlattıkları Şule’ye okul yılları boyunca edindiği tüm bilgileri ve donanımı
kusma fırsatı verdi. Elleri kolları havada uçuşuyor, gözleri beleriyordu. Eşitliğinden
girdi önce, sonra erkeğin toplumdaki duruşunu ve bunu besleyen toplum
alışkanlıklarından dem vurdu uzun uzun. Sonra asıl istediği kıvama getirdi konuşmasını.
Şimdi boyun damarları şişiyor ve kadınlardan bahsediyordu hararetle. Sonradan
kendi kendini dinlemek ne kadar da isterdi, şu anda resmen döktürdüğünü
biliyordu.
Bu nutuk karşısında
ürktü Leyla. Olayları yine olduğundan fazla dramatize ettiğini düşündü. Ne
zamandır birine anlatmak üzere biriktirdiği bunca şey, bir aile dramı olarak mı
yansımıştı görümceye. Pişmanlık duyuyordu şimdi. Anlattıklarından değil; içini Şule’ye
döktüğü için pişmandı. Fakat Şule ateş almıştı artık ve sönmesi sabahın ilk ışıklarını
buldu.
Şule bütün yaz Leyla’ya
akıl verdi durdu. Herkesin bir kişiliği vardı. Hayır demeyi bilmeli,
evlilikleri üzerinde hak iddia edebilmeli, böylelikle ilişkileri hakkında söz
sahibi olabilmeliydi. İkinci planda kalması kabul edilemezdi. Mesele ekonomik
bağımlılıksa, Leyla aptal değildi; evlenmeden önce gül gibi işi olduğunu
hatırlatmasına gerek mi vardı.
Leyla, Sami’yle denenmiş
tutmamış kadın metotlarıyla konuşmamalıydı artık. Ne o öyle yalvar yakar… Hak
hukuk filan da karıştırmayacaktı lafa. Onun tek istediği erkek gözüyle beğenilmek,
istenmekti. Bunun içinse en başta varlığı fark edilmeliydi. Dolaylı yoldan Bak giderim ha! diyecekti. Sami’nin
yemekte kendisine eşlik ettiği, hatta salataya yardım ettiği o ender
akşamlardan birinde Leyla pat diye çalışmaya başlayacağını söyledi.
-Benim de bir kişiliğim bildiğin üzere, bir hayatım
var. Senden önce olduğu gibi. Kendim için bir şeyler yapmalıyım. Madem sen de
yoksun, oyalanacak neyim var bu evde?
Çatık kaşlı, donuk
sesli ve kararlı bir kadın olarak konuşmasını yaptı. Sustular.
O gece Sami uyuyan
Leyla’yı seyretti. Evlendikleri geceden beri ikinci kez böyle alıcı gözle
bakıyordu karısına. Güzeldi Leyla, çenesi biraz sivri, alnı da biraz genişceydi
ama perçemle kâkülle kapatıyordu. Bedeni ince, teni esmere çalan buğdaydı. Ayak
bileğindeki iri doğum lekesiyse Sami’ye pek çekici geldi bir anda. Sami
Leyla’yı seviyordu. Leyla’yla ikisinin bir evi olması, Leyla’nın bu evi çekip
çevirmesi, her geldiğinde temiz çamaşır, hazır yemek bulması hoşuna gidiyordu.
Leylalı hayatı, piknik tüplü saltanatına saltanat katıyordu. Ondan vazgeçmezdi
ama şu aralar bir değişiklik vardı Leyla’da. Ne işi, ne çalışmasıydı durduk
yerde. Gerçi çalışsa da çalışmasa da sorun değildi Sami için, Leyla kendi
bilirdi. Ama birden işe başlaması herkese uzun uzun beyanat vermesi demek
olacaktı. Çocuk mu yapsalardı bir tane acaba? O zaman ilgisi tamamen bebeğe
kayardı. Ya da tam tersi, daha fazla mı üstüne sıçrardı? Kocalık neyse de,
babalık sorumluluğundan da öyle kolay yırtamayacağını hissediyordu içten içte.
Meral Hanım Sami ilkokuldayken, yılsonu müsameresinde kurbağayı oynadığı
gösteriye mühim bir misafiri nedeniyle gelemeyen babasını nasıl da paralamıştı.
Günlerce bakmamıştı adamın suratına, sorrumsuz
diye diye evi avluyu dar etmişti koca adama. Leyla şimdi böyle konuşabiliyorsa
o zaman daha çok diklenirdi herhalde. Sami sonraki gecelerde baba olmanın
kıyısından hep son anda döndü. Cesaret edebileceği bir şey değildi bu, baba
olmak onun harcı değildi.
Şule ayda birkaç
sefer Leyla’yı arayıp yoklama çekiyordu. Bu tacizlerden illallah eden Leyla
görümcesine her şeyin yolunda olduğu, Sami’nin kendisiyle pek ilgilendiği,
artık fikirlerine de değer verdiği şeklinde, Şule’nin canına değecek laflar
etti. Kızın içinin yağları eridi. Ne çok biliyordu, ne kadar doğru tespitlerde
bulunup ne kadar doğru şerbet vermişlerdi ağabeyinin nabzına.
Sonraki yaz Şule
yine tası tarağı toplayıp yaz tatiline geldi. Sami’yle olan gözden gönülden
uzak ilişkisini hazmetmiş olan Leyla, Şule’nin onu tepki vermeye zorlamasından
endişe ediyor; kendi hayatı uğruna mücadele etmediği için eleştirmesinden ise
basbayağı korkuyordu. Arzuları sönmüş, beğenilme kaygıları kaybolmuş
görünüyordu. Bu başıboşluğa alışmıştı. Hem evli hem bekar hayatı ona, sadece evli olan kadınların tadamayacağı
kadar çok özgürlük vermişti. Ya da o böyle inandırdı kendini. Belediyenin
kurslarına yazıldı, haftanın birkaç günü mefruşat ve seramik kurslarına
katılıyordu, hafta sonunda da pasta kursundaydı. Gırtlağına düşkün bir kadın değildi
kendisi; yaptıklarını bazen babasına bazen Sami’nin ailesine götürüyordu. Gelinini
elinde pastalarla çıkagelmiş görünce kayınvalide Meral Hanım’ın sevinçten içi
pır pır ediyordu. Leyla, refah içinde yaşayan ev hanımları gibi hem kendini
geliştirecek, hem de kocasını mutlu edecek meşgaleler buluyordu. Meral Hanım da
hem doğru gelin seçimi yaptıkları için, hem de gelinlerini böyle mutlu
yaşattıkları için pek gururlanıyordu.
-3-
Şule o yaz da Leyla’nın
peşinden ayrılmadı. Ancak bu sefer sürekli olarak Leyla’ya Leyla, şey… diye başlayıp lafı saçma sapan bir yere bağlıyordu. Leyla
bu savaşçı kızın ne diye böyle süt dökmüş kedi gibi dolaştığını çok merak etti.
Temmuz ortasında buram buram sıcak bir akşamüstü baba evinde yenen bol
sarımsaklı yoğurtlu kızartmalardan sonra herkese bir rehavet çöktü. Kayınvalide
sehpanın üzerindeki gazetenin bulmaca ekini dörde katlamış, boğumlu gerdanını
yelliyor, kayınpeder galerici Sakıp bey bir elinde kumanda, TV kanallarını
dolaşıyordu. Yaprak oynatmayan cinsten bu yapış yapış akşamda Şule’nin göğsü
git gide daraldı. Leyla’yı Size gitsek
ya? diyerek dürttü. Leyla nihayet beklenen patlamanın yaşanacağını anladı
fakat hala Sami konusunda rapor vereceğini düşünerek çekiniyordu. Yine de bu
bayık ortamdan uzaklaşmak daha iyi bir fikir gibi göründü.
Ben
sana bir şey söylemek istiyorum,
dedi Şule. Leyla kendisiyle ya da abisiyle alakalı olmadığını anladığı bu bir şeyin ne olabileceğini düşündü
yürürken. Evin kapısına geldiler. Camı kapısı kapalı olan ev hamam gibiydi.
Leyla dolaptan, babasının bakkalda sattıklarından iki gazoz kaptı. Kendilerini
balkona attılar.
Şule bir nefeste
Londra’da tanıştığı Ahmet’i anlattı. Ahmet’e aşık olmuştu. Orada başlayan aşk,
Türkiye’ye geldiklerinde farklı şehirlerden internet yoluyla yaşatılmaya
çalışılmış ve başarılmıştı. Ahmet Londra Ekonomi Okulu’ndan mezun, donanımlı,
buna oranla havalı fakat bundan haberi yokmuşçasına zarif bir adamdı. İlginçtir
ki Ahmet İstanbul’da eğitimine göre vasat denilebilecek bir iş tutmuş; sosyal
hayatına daha çok özen göstermişti.
Ahmet’i Şule için asıl
özel kılan şey onun kadınları çok iyi anlaması, malum meselelerde çok yerinde
hükümler vermesi ve eşitlik yanlısı olmasıydı. Şule hayatını adamayı düşündüğü
bu kadın-erkek eşitliği davasından asla taviz vermeyeceği gibi, kendi
ilkelerine ve düşüncelerine ters düşecek bir adamla asla bir ilişki
yürütemezdi. Ama neyse ki Ahmet Şule’yi ve öteki kadınları Şule’den bile çok
düşünüyordu. Ona göre uyumsuz hiçbir şey yoktu. Ondan ölesiye emindi. Öyle
iyiydi, böyle eşsizdi. Ailesinden önce Leyla’nın fikrini almak istemişti.
Babası arıza çıkarır mıydı ki? Bu kez
de sabahın ilk ışıklarına kadar bir
mükemmel Ahmet dinledi Leyla.
Aileyle tanışma
sürecinde Ahmet’in, Şule gibi düdüklü
bir üniversiteden mezun olup üstüne bir de master çekmiş olması gönülleri
okşamış, Ahmet Şule’ye olan saf aşkına tüm aileyi inandırmıştı. Sonraki hafta Ahmet’in
ailesi Eskişehir’den kalkıp Şule’ye görücü geldiler. Yenildi içildi. Herkesin
suratına yapışıp kalmış gülümsemelerle hoş sohbetler edildi.
İstemeye
geldiklerinin ertesi günü Meral Hanım soluğu mahalle gününde aldı. Damadının
kalorifer kazanı üreten bir firmanın ihracat koordinatörü olmasına takılıp
mesleğini biraz daha açmasını rica eden
Memnune Hanım’la takıştılar.
Şule’ye göre Londra'da
tanışmış olmanın ilişkilerini gıpta edilesi kılan, rüya gibi bir yanı vardı. Hafa
sonlarında en güzel, en romantik İngiliz köylerinde dolaştıklarını, aşklarının
bu zamanlarda pekiştiğini ve birbirleri için yaratılmış olduklarını anlayarak
yurda döndüklerini anlatıyor; birbirilerinin hayatına müdahale etmemelerinin büyük
bir özveri ve uyum örneği olduğuna vurgu yapıyordu. Dahası, bu anlattıklarına
yürekten inanıyor, kendilerini ideal çift
modeli olarak görüyordu.
Ahmet sevimli bir
adamdı. Rahattı. Adab-ı muaşeret onu fazla bağlamazdı. Kaba değildi ama karısı
kadar kalıplara dikkat etmezdi. Ağzı çok laf yapar, o konuşunca millet gülme
krizlerine girerdi. Bu salaş tarzı onu pek çok kadın için çekici kılıyordu. Arkadaş
ortamlarında Şule yine Londra hikayesini
açtığında o da mimikleriyle karısına canı gönülden destek veriyordu. Şule onun
için de mükemmel bir eşti.
Fakat o karısı gibi
ilişkilerini bir vaka olarak
görmüyor, Şule’nin makalelerinin temelini ilişkilerinden aldığını fark
etmiyordu. O felsefeden, derinlikten uzaktı, uzak kalmalıydı. Hayat kendini
sonucundan emin olamayacağın davalara adayacak kadar uzun değildi onun için. Yalnız
Ahmet’in bu güzide felsefesini paylaşarak Şule’yi yıkma gibi bir düşüncesi
yoktu. Şule çok derinlerde, Ahmet ise yüzeyde akıp gidiyorlardı, suyu ne demeye
bulandıracaktı.
Ahmet en beğendiği
şeyleri anlatmak için en kralından
lafını kullanıyordu. En kralından yemek, en kralından gol... Zamanla akademik
çevresini kemikleştiren ve önemli denebilecek bir konuma gelen Şule kocasının bu
ifadeyi kullanmasını pek avam bulmaya başladı. Akademik çevresiyle bir araya
geldikleri toplantılarda da kullanacak diye kaygılanıyordu. Genç kızlık edaları
geçmişti üzerinden. Hem ilerlemekte olan yaşı, hem taşıdığı kimlik onu
kontrollü ve donuk bir kadın haline getirdi. Heyecanını göstermeyi erteliyor,
kurallar ve prensipler çerçevesinde giderek tekdüze hale gelen bir hayat devam
ettiriyordu. Bu kontrollü hayatından ölesiye memnun, kocasına ise ölesiye
aşıktı.
Çeşitli dergilerde
ve gazetelerde makaleleri yayınlanıyordu Şule’nin. Pek çok seminer teklifi
alıyor, gönüllü çalışmalara katılıyor, dernekler kuruyor, kadın farkındalığına
ilişkin kampanyalara öncülük ediyordu. Sayın Şule Köprülü olarak haberlerde,
sabah programlarında da görünmeye başladı. Kadınların özsaygı adı altında
evlilik kurumunu yıprattığını ima eden bir yazarı canlı yayında görüşleriyle
paraladıktan sonra adını duymayan pek kalmamıştı.
Birkaç ay sonra
yurt dışındaki üniversitelerin bazıları Sn. Köprülü’yü bir konuşma yapması için
kongrelerine, panellerine davet ettiler. İlme irfana aç Şule alanında iyiydi
hoştu da, Sn. Köprülü olduktan sonra biraz buldumcuk da oldu. Git gide özgüveni
arşa çıktı. Kimseleri beğenmez, kendi fikri üstüne fikir tanımaz biri olmaya
başladı.
Ancak garip bir
şekilde hala Ahmet’i kendi benliğinden ayırmıyordu. Bir gün ardında Rahibe
Teressa gibi izler bırakacağını sanıyordu ve bu mücadelede Ahmet onun
tarafındaydı, hatta tek müttefikiydi. Yaptığı konuşmalarının arasına kendi
hayatlarından mükemmellik örnekleri serpiştiriyor, Ahmet’i bir deney figürüymüş
gibi anlatmaktan çekinmiyordu.
Bazı basit zevkleri
vardı ama varsın öyle olsundu, tevazu onu daha mı fazla çekici yapıyordu ne? O da
kendini geliştirmeye çalışmıyor muydu? Kocasının kendi statüsüne yakın durmaya
çalışmasını takdirle karşılıyordu. Ahmet yurt dışı seyahatlerini sıklaştırıyor,
şirketine yeni iş alanları açıyordu. Ne o erkeğinin yanında ezilmeliydi ne de
kocası onun başarılarının gölgesinde kalmalıydı. Doğrusu çabasına hayrandı. Ahmet
her şeyiyle dört dörtlüktü. Zaten tüm hayatları öyle değil miydi?
-4-
Mutfak tezgâhının
başına dikilmiş, kadınlığını konuşturmaktan en çok zevk aldığı işlerden birini
yapıyordu. Ahmet Çin’de yeni bir ortaklık peşindeydi. Kendisi de yarın Viyana’da
bir sivil toplum kuruluşunun düzenlediği kongreye katılacaktı. Gitmeden önce
Ahmet’e sevdiği yemekleri hazırlayıp bırakmak istedi. Ahmet eve geldiğinde
hazır yemekler bulacaktı. Sevinecekti kuşkusuz. Şule de hayatındaki en büyük
desteğine teşekkürünün ilk taksitini böylece vermiş olacaktı. Birden kocasını
özledi. Ahmet’i seminer dönüşü özel bir geceyle bilahare ödüllendirmeliydi.
Soğanları doğrarken
dudaklarının arasına kıstırdığı sigarasının külü uzadı. Sigarasını son derece
zarif, seri ve ustaca bir hareketle lavaboya silkeleyip yine dudaklarına
oturturken valizine koyması gerekenleri düşünüyor, saç kreminden memnun
olmadığı kanısına varıyor, Ahmet’in ne kadar bakımlı bir erkek olduğunu düşünüp
onu gıyabında bir kez daha alkışlıyordu.
Ertesi sabah hazırladıkları
sunumda kendisine eşlik edecek asistanıyla hava alanında buluştular. Kız,
check-in yaptıracakları sırada birden bire yere düştü. Beyin kanaması
geçiriyordu. İlk müdahalenin ardından apar topar hastaneye gittiler. Asistanı
ameliyata alınır alınmaz şoku atlatan Şule Viyana ile görüşüp durumu bildirdi.
Ameliyat bitene ve kızın yakınları hastaneye akın edene kadar hastanede kaldı.
Sarsılmıştı. Öğlene doğru hastaneden ayrılıp eve döndü, Ahmet çoktan gelmiş
olmalıydı.
Perdeler
açılmamıştı, içerisi loştu. Ahmet uyuyordu o halde. Yatak odasının kapısını yavaşça
açtı. Hareketsizce kapıda dikildi. Yatağın ucunda narin bir ayak, bileğinde
şemsiye biçiminde iri, kahverengi bir leke devinip duruyordu. Zihni bu lekeyi
tanıyordu fakat nereden tanıdığını, bu lekeyle kendi yatağı arasında nasıl bir
ilişki kurması gerektiğini bilemiyordu.
Üzülemedi,
sinirlenemedi, bağıramadı, hatta düşüp bayılamadı. Çok yükseklerden düşmek
gibiydi bu. Mütemadiyen düşüyor, çakılacağı mesafe uzadıkça korkudan aklını
yitiriyordu. Düşüşünün hızından midesi kalkıyor, dili uyuşuyordu. Zihni ona bu narin
bilekteki iri şemsiyenin görümcesine ait olduğunu nihayet söyleyebildiğinde o
çoktan çakılmıştı.
Garipti hayat.
Acilen fark etmek zorunda olduğumuz bir yığın şey varken bekleyebilecek şeylerle
dolduruyordu kafamızı; böylece asıl noktaları kaçırıyorduk. Bu gafletin
sonuçlarına ise kader diyorduk. Kader, gaflet silsilesinin doğal sonucuydu. Ama
biz bunu bile görmüyorduk. Çünkü bakmıyorduk. Sonra da başımıza gelen her şeyi
büyük bir nedene bağlamak, hastalıklı bir teslimiyet duygusuyla sineye çekmek,
tam da biz kul kısmına yaraşıyordu.
Leyla faslı
Şule’nin kocasıyla arasında açılmış parantezdi. Evliliklerinden kısa süre sonra
açılan bu parantez içinde, Leyla pasta kursuna değil Çanakçılar Çarşısı
arkasındaki eski otele gidiyordu. Bazen, Ahmet’in ortağı olduğu şirketin bu çürümüş
kentteki şubesindeki odasına misafir oluyordu Leyla, bazen de Sami’nin uzun
süren yokluklarında mefruşat bohçası elinde komşu kentlerin otellerine
gidiyordu. Parantez kapanmıyor, devamlı üç nokta konuyordu. Kimse pişmanlık
duymuyor, kimse rahatsız olmuyordu. Leyla nicedir hayatından ve Sami’den hiç
şikâyet etmiyordu. İhmal edilmişlik dönemi öyle güzel ödüllendirilmişti ki, sessiz
sakinliğini kanıksamış olan konu komşuya yeniden çiçekler açtığını belli
etmemeye çalışıyordu. Evlendikten sonra
cemiyet hayatından pek çabuk silindiğinden kimse ücra köşelerde sivrildiğini
görmüyordu. İpekliler giymeyi sürdürüyordu. Kimse bilmedikten, ikisi de memnun
olduktan sonra kimseye zararları da yoktu. Başta da Şule’ye. Ahmet onu da
üzmüyor, ihmal etmiyordu nasılsa. Şu durumda ona da kötülük etmiş olmuyordu.
İnsanoğlu bazen
böyle diz boyu sığlık içinde yüzebiliyordu.
Düzen düzendi. Mutlu
olmuştu işte, hesap basitti. O da hak ediyordu. Leyla’ya göre bazı kadınlar
mesleki başarılarla taçlanan, bazılarıysa safi aşkla güzelleşen bir yaşam
sürüyorlardı. İkisini birden istemek açgözlülüktü. O öteden beri aşkı
istemişti. Aşkı bulduğuna inandığında mesleki tatminlerden derhal vazgeçmişti.
Yani bir bakıma Şule’nin hayatı adaletsizlik örneğiydi. Hem boy boy plaketler,
şöhret, başarı, hem dört dörtlük olduğuna inandığı bir koca. Gözü yoktu tabi,
kendisi de payını aldıktan sonra… Şule’ye duyduğu hastalıklı sempati Leyla’yı
kendi ahlakı hakkında düşünmekten alıkoyuyordu. Görümcesinin hayatından kocaman
gayrı meşru bir parça koparmış olduğu aklına geldikçe kendini Şule’nin düzenine
dokunmadığı fikriyle teselli edip rahatlatıyordu.
Leyla, Şule gibi Ahmet’in
kadınlar hakkındaki görüşlerine tapmıyor, kadınlık onuru gibi büyük konular
için cansiperane kafa patlatmıyordu ama o da Ahmet’in bir gülüşüne eriyip
gidiyordu.
Şule en başında
tespit etmişti, biraz eksik de olsa. Ahmet kadınları biliyordu, anlıyordu. Ne
açıdan olduğu teferruattı. Mutluydular işte. Sami’den pek çok yöntemle
koparamadığı sevginin açlığını Ahmet’te doya doya yaşıyor; bu şişme tatmin ona
yetiyordu.
-5-
Şule yine sabah
terk ettiği hava alanında buldu kendini. Anonsların arasından lavaboya ulaştı. Aynaya
baktı. Titrden arınmış yüzünü uzun zaman sonra ilk kez seyretti. Sonradan
eklenmiş bunca parıltı gittiğinde pekâlâ normal insandı işte. Ne vakittir
aynada kendine baktığında Sn. Köprülü’ye baktığını tekrarlıyordu kendine.
Kendinden uzaktı nicedir; özünden. Pek çok kadına yol açmıştı belki, pek çok
taze zihne ilham vermişti fikirleri. Belli ki kendine yardım edememişti.
Benliğinden,
ilminden ve bütün düşüncelerinden şüphe etti o anda. Her şeyi başka bir el
yazmış da o payına düşen rolü oynamıştı sanki. Her şeyi kontrol ettiğimi sanırken nasıl oluyor da hiçbir şeye müdahale
edememiş oluyorum? diye sordu görüntüsüne. Elini aynaya uzattı,
görüntüsünün yanaklarına, alnına dokundu. Uyuyor
muydun kızım? Ölüm uykusunda mıydın? Onca büyük laflar, kestiği ahkâmlar
nasıl da komik, ne kadar da eğreti duruyordu şimdi. Keşke kendi keline bir
merhem olsaydı önce.
Kaleme aldığı
sayısız metin, ağzından çıkan cümleler kendi gözlerini böyle kör ettiyse, öbür
kadınlara ne kadar zarar vermiş olabilirdi? Başka insanları da yanlış
yönlendirmiş olabilir miydi? Yoksa kuruntu mu yapıyordu sadece? Metotları sadece
kendi hayatında mı çuvallamıştı?
Şimdiye kadar sadece
kendi penceresinden etrafındaki hayatlara bakıyor, eleştiriler yapıyordu. Ahmet’le
bulundukları yer başka pencerelerden nasıl görünüyor bilmiyordu. Merak etmeyi
akıl etmemişti. Peki ya bir süre önce düşüncelerini beğenmeyip eleştirdiği
kadınlar ne kadar acınası ve gülünç bir noktada durduğunu görüp kendisiyle alay
etmişlerse? Acı ve utançla çarpıldı yüzü. Kendinden korksa mı gurur mu duysa
bilemedi bu sırada. Mahvolmuş hayatından ziyade, duruşunun ve onurunun aldığı
muhtemel yarayı düşünebiliyordu. Ne psikolojik destek, ne hap, ne bir kucak
aramıştı. Sıcak bir duşun altına girip saatlerce ağlamamıştı bile. Bu güçse
eğer, Şule zirve yapmıştı.
Şule son kez baktı sinesinde
ihanetleri saklayan kente. Bir daha görmeyeceği bu minareleri, denizi, ufku ve
gökyüzünü gözleriyle kana kana içti. Dünyanın başka bir noktasına taşındı o
gece. Mümkün olsa başka bir gezegene giderdi. Uzun yıllarını verdiği ve daha
nicelerini vermeye hazır olduğu bir hayatı çöpe atmanın zamanıydı.
Unutulmalıydı belki bir süre. Ortadan kaybolmalıydı. Attığı nutuklarla
yüzleşmekten, kendini kendi sözleriyle öldürmekten korkuyordu. Yıllardır söylediği,
yazdığı ve inandığı ne varsa hepsinin altında kalmıştı. Yol arkadaşı, iddialarının
canlı kanıtı, mükemmel Ahmet, kazığı da en kralından atmıştı.
Bırakmıyordu
kendini. Bunun bir ihanet olduğunu söyleyen kadın
yanı sesini kestiğinde, bu yaşadığını bilimsel bir vaka olarak görmeye başlayacak kadar katılaşmış olacaktı. O zaman
üzerine derin incelemeler yapacak, kendi kendinin tedavisini bulacaktı ve
ömrünün kalanını başka şehirlerde insan paradokslarını anlatmakla geçirecekti.
Sessizce geçti
evlerin üstünden. Pilot irtifa bilgilerini verirken Sn. Şule Köprülü i-pad’inde
bloğuna ulaştı ve binlerce takipçisine bırakıp yok olacağı şu iletiyi
hazırladı:
“Üç hali vardır
Ay’ın. Ve üç haline benzer kadının.
Küçük bir kızsın.
Neye, kime benzeyeceğin henüz bilinmiyor. Naif ve narinsin. Masumiyetin yeterli
tüm iyilikleri hak etmeye. Daima seni koruyanlar vardır. Sevilmekten gayrı tasa
yoktur.
Kadın olduğun zaman
başını çevreleyen o hale kaybolur. Bir yarın karanlık, bir yarın aydınlıktır
şimdi. Bedenin kendini belli eder yavaştan ve ruhun gösterir rengini. Ne kadar
dirensen de kadınlığın, süsün, silahın, zehrin olduğu kadar, iyi icra edilmesi
gereken birinci mesleğindir. Geçmekte olan bir ömrün olduğunu fark eder, ya
hayatın iplerine asılır ya da hayatını zamanın inisiyatifine bırakırsın. Kendin
savaşır, kendin kazanır, kaybedersin. Korumak için elinden tutanlar olduğu
kadar, düşürmek için elinden tutanlar olur. Artık kimse yaralarına üflemediği
gibi, masumiyetinin hatırına seni affetmez. Adalet, samimiyet, güvenmek başka
kavramlardır artık. Dozajlarını sen belirler, istediğine istediğin kadar
sunarsın.
Çocukluğun ölmez,
ama iflah olmaz da; içinde sıkışıp kalır. Aynaya sahiden baktığın ender anlarda
nükseder masumiyetin. Kendini araman için zaten daima yapayalnız olduğunu
anlaman, tatmadığın ve muhtemelen tadılmadık ihanetlerden geçmen gerekir.
Üçüncü evreni ilk
iki evrede yaşadığın hayat belirler. Unutulacak, saygıdeğer biri olacak, ya da
silik bir yaşlılıkla ömür denen seyahati tamamlayacaksın. Ben gidip kendime
nasıl bir dolunay hazırladığıma karar vereceğim.
Hayat sahiden de
bir armağandır. Mesul değildir yenilgilerinden. Zira insan gözlerini kendi
elleriyle bağlar.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumu olan insanlara bayılırız biz.