23 Aralık 2014 Salı

mizantrop speaks

Facebook'un çevremizin ne kadar geniş olduğunu gösterdiğini zannetmenin ne kadar büyük bir yanılgı olduğunu fark etmiş miydiniz? Eklediğiniz/arkadaşlığını kabul ettiğiniz her kişiyle birlikte cümlelerinizden bir ögeyi kaybediyorsunuz. Bilmiyorum, bu konuda yalnız mıyım?

Örneğin ben. Önce küfürlerimi kaybettim, çünkü büyüklerimle arkadaş oldum.
İş arkadaşlarımla arkadaş oldum, laubaliliğimi kaybettim.
Öğrencilerimi kabul ettim, sınırlandım.
İş verenlerimle arkadaş oldum, seçici oldum.
Dıdımın dıdısını kabul ettim; söylemek istediklerim ilgisizdi, içimde kaldı.

Siz de çevrenizin ne kadar kalabalık olduğunu düşünüyorsanız, hah! diyebilirim. Bir adam fazla, bir adım eksik. 
Facebook hesabımın vakt-i ömrü doldu zahir, ben bunca darlandığıma göre. 

Hani eskiden, çok eskiden, biz ilkel asosyallerken, kimsenin pazar kahvaltısını görmeden, "zıkkımın kökü" keyiflerini takip etmeden, şuh bakışlı profillerini beğenmeden evvel... Nasıl yaşıyorduk? 

İçimdeki mizantrop beni tamamen insandan soğutmadan önce, ilkel dünyada nasıl yaşandığını hatırlamam gerek. 
Öte yandan, facebook'a bozulup bu yayını "facebook"ta paylaşmak nasıl bir ironidir, nasıl bir çelişkidir...Bilemiyorum. Çok sağlıklı günler geçirdiğim söylenemez.

Neyse, siz buyrun burdan dinleyin:


Bu arada mizantrop'un Türkçe mealini TDK 'merdümgiriz' olarak veriyor. Bilin de, ileride lazım olacak.


24 Kasım 2014 Pazartesi

deli gelin günlüğü

Merhaba,

Ben yeni gelin. Biraz da deli gelin. Tam da dedikleri gibi üç gün üç gece evlendim ve eğlendim. Ruh halim gibi medeni halim de değişti. 
Kuş Uçuşu bir evli bağyan güncesi olarak yoluna devam ediyor. Arada sırada yazılar sekteye uğrayacak olursa ocakta yemeğim vardı, ütüm birikmişti gibi domestik nedenlerim var artık, siz halden anlarsınız.
Düğünde tahmin etmediğim biçimde çok eğlendim; ve tam tahmin ettiğim biçimde evden ayrılış bana çok koydu. Ama evin tozu çorbanın tuzu derken insan yeni hayatına hemen alışıyor tabi. 

Gelelim öğretmenler günümüze. Bugün bu günü çok farklı bir açıdan yaşadım:

İlk defa bu yıl ağızlarında sadece süt dişleri olan çocuklarla çalışmaya başladım. Daha önce pek bir iletişimim olmadığı gibi sadece mıncırmak için temas ettiğim bu veletlerle bugün en güzel günlerimden birini yaşadım. İnsanın bu kadar safça sevilmesi çok güzel. Sevgi göstermekte yarışmalarıysa çok şaşırtıcı. Etrafımı çeviren ve boylarından ötürü genelde ancak bacaklarımı öpebilen bu bıdıklara ne olduğumu anlamama yardım ettikleri için teşekkür ederim. Ama önce kendi öğretmenlerime teşekkür ederim.

Bugün yaşadığım duygu yüklü anlarım satırlarımda şöyle ölümsüzleşecek:

-Öğğretmenim ben size bi tane de pasta alıcaktım aslında.

-Ben en büyük pastayı alıcaktım ama yarın getircem. Neden mi? Çünkü ben unuttum pastayı. Ama galiba evde pasta.

-Öğretmenim ben de size kaplumbağamı getircektim ama annem izin vermedi. Bi de şey öğretmenim. Benim karnım ağrıyo.

-Öğğretmenim ben size oyuncak kamyonumu getireyim mi?
+Canım benimmm, hiç gerek yok kutlaman yeter.
-Çişim geldi gidebilir miyim?

Sonra içlerinden bir bilge sabırla parmak kaldırıyor:

+Evet, arkadaşımızı dinleyelim bakalım?
-Öğretmenim bence bugün sizin için en güzel hediye bizim akıllı ve bi de hem akıllı hem uslu durmamız.

Tabii ki hem akıllı hem de uslu durmadılar ama çok eğlendik. Ana sınıflarımda öğretmenlik böyleydi.

1. sınıflarım daha sanatsal yaklaşmışlar, resimler, benzetmeler filan. Hepsini büyük beğeni nidalarıyla, sevinç ve şaşkınlık çığlıklarıyla karşılarken yüzleri; hele ki "gidip hepsini evime asıcam" dediğimde gururdan eriyişleri görülmeye değer, yorgunluklara bedeldi.

Bu kuzular büyüsün. Nice mutlu günlerimiz olsun.


8 Ekim 2014 Çarşamba

tafram gelin olacam diye

Ben yokken burada neler oldu bilemiyorum ama siz görmezken benim işler epey karıştı.

Şimdiye dek hayatımın hiçbir aşaması çok kolay olmadı. Bunu kendini önemseyen herkes aşağı yukarı böyle ifade eder ama nasıl anlatsam? Genelde fazlaca teknik ve manevi sıkıntı yaşayarak ilerledim. Ama ilerledim tabi. Neyse, durum öyle olunca evliliğimin de tereyağından kıl çeker gibi olmayacağını az çok anlamalıydım.

Evlenme kararım pek çok ciddi kararkarı da beraberinde getirdi. Alıştığım bir işim, çok sevdiğim bir hayat, vazgeçilmesi süper enayilik alameti olan konforum vardı. Bir çırpıda tüm rahatımın içine eden kararı vermekten de çok mutlu olduğumu ulu orta söyleyerek romantik görünmek istemiyorum aslında ama gelin psikolojisiyle olur öyle şeyler artık.

Evimin, şehrimin, sorumluluklarımın değişeceğini kestiriyordum da sanıyorum hesaplayamadığım bir şey oldu. Ya da kötü hesapladığım. Birkaç gündür gözüme hayatımın en büyük hatası gibi görünen şey, umarım ve yürekten dilerim ki ileride ‘iyi ki’lerim arasına girer:

Ben bunca ‘yeni’nin üzerine bir de yeni işe başlamakta bu kadar acele etmemeliydim. Hiçbir alışma sürecimde bu kadar yıprandığımı hatırlamıyorum. Okul zaman kontrolümü eline aldı. Her günümü ve dahi saatimi okula göre ayarlar oldum ve bu öyle yanlış bir zamanda başıma geliyor ki… Tek sorun bu. Çok yanlış bir zaman. O kadar yanlış ki otobüsten inip kınama yetişeceğim neredeyse. Zaten o düğün iznini almasam ne iyi olurdu; hele o balayı ne kadar gereksizce uzatıyor nasıl da aksatıyor işlerimi… 

Bu deneyimin bu kadar insanı sıkan, kısıtlayan bir deneyim olacağını azıcık tahmin etseydim gayet de hemen çalışmaz, akşamları tarhanamı pişirip beyimi bekler, vereceği haftalığımla da pazarımı yapardım. Mis be.

Yetmiyor gibi her hafta sonu bir macera; kah Adapazarı’ndayım kah Ankara’da. Kah İkea’dan çıkıyorum kah Modoko’dan. Kah öğretmen oluyorum kah gelin…

Böyle olmuyordu değil mi? Bu şekilde olmaması lazımdı?

Ya da aksine; böyle iki arada bir derece evlendiğim için çok şanslıyım. Ellerimi evimin duvarlarından gezdirip duygusala bağlayacak vakit bulamıyorum. Gözümü açıp kapatacağım. O arada sıkılmış yüzlerce el, öpülmüş yüzlerce yanak, çeyrekler, halaylar, tey tey tey, ve ‘gelirken ekmek al’…

 Çok seri olacak belki de geçişim, iyi olacak.

Yenilikler iyi güzel; işe ayak uydurma çabası üstüne cilası oldu. Ya ben bu cilada boğulup bir sabah taze kocamı boğazlayacağım; ya da bir gün gelecek iyi ki her şeyi ateşi ateşine aradan çıkarmışım, iyi ki çalışmışım diyeceğim.

Bu hengamede yeterince ağlayıp üzülemediğim bekarlık günlerimin yanı sıra aslında hiç kaçırmak istemediğim anlar da yitip gidiyor. Bugün bence bir evlilik yıldönümünden bile daha önemli bir gün. 4 yıl önce yola çıkmaya karar verdiğimiz gün.

Çektiğimiz sıkıntıyı gülerek anacağımız, daha sakin daha stabil nice yıllarımız olması dileğiyle…


Gençlere de buradan naçizane tavsiyem; aşrı aşrı memleketten oğlan sevmesinler. İki tarafı da bağlayıp ortada bir düğüne tavlayamazsan il il gezip 3 gün 3 gece düğün yapmak zorunda kalıyorsun. Bir zor, bir zor… Anlatamam. Yapmayın yavrum. Kıymayın gençliğinize.


17 Temmuz 2014 Perşembe

naçizane önerimdir

İroniktir; medeniyet seviyesinin ilkellikle doğru orantılı olduğu savım giderek güçleniyor. Gün geçmiyor ki medenileşen, globalleşen, ilerleyen dünyamızda ilkel kabilelerde, hatta ilk insanlarda rastlanmayacak hareketler görülmesin.

İsrail Gazze'yi vuruyor. Gazze burada bir mecaz-ı mürselden ibaret çünkü esas kastedilen Gazze'nin kadınları, çocukları ve doğması muhtemel 'terörist yılanlar'.

İsrail anneleri ve sırf ana olma potensiyelinden dolayı tüm kadınları hedef alıyor. İşte bu kadar da kökten çözümcü, bu kadar da ileri görüşlü bir ulus! Yılanın başını küçükken ezeceksin. Henüz anne rahmine düşmemiş bir insan hücresini bile potansiyel tehlike olarak görecek ve yok edeceksin.

Üniversitede Johathan Swift'in A modest Proposal'ını okumuştuk. Zulmü öyle güzel hicveden bir makaleydi ki. Swift'e göre İrlanda fakirlikten kırılıp çocuklarına bakamayacak hale gelmişken, fazla çocuklarını zengin beyfendi ve hanfendilere yiyecek olarak satıp böylece ekonomik durumlarını kısmen de olsa düzeltebilirlerdi. Böylece çocuklar kendi hallerinde ölüp ziyan olmamış olurlar, aileler de birazcık durumlarını düzeltirlerdi. Swift, acı ama gerçekleri surata çarpan hicvinde, paçalarından çağdaşlık ağızlarının kenarından da yağ akan bu insanlara bir takım gurme tavsiyelerinde de bulunmuş; bir yaş civarında besili bir bebeğin nasıl yaparsanız yapın, haşlama, kızartma güveç, rosto... her şekilde çok leziz olacağını da eklemiştir. Ne o? Saçma mı geldi? Bunun 'Tüm anneleri öldürmeliyiz!' demekten ne farkı var? Ha, saçma olan Swift'in bunu yazdığı yılın 1729 olması ve o günden bu yana insanlığın bir adım ilerlememiş olması. O doğru bak.

Benim de İsrail'e naçizane önerimdir: Bu çocukları öldürmeye uğraşacaklarına, en iyi bildikleri ve en iyisi oldukları işe dönsünler: ticaret! Yahudi'den ala tüccar mı olur, bunu tüm dünya bilir! Bırakın doğup biraz semirsinler, sonra da fahiş fiyatlara bunları alır yersiniz. Bizzat yemeyi mideniz almazsa, hayvan yemi olarak falan kullanabilirsiniz. Sizden medeni olmasınlar, hala insan yiyen kabileler vardı sanırım Afarika'da bir yerlerde; onlarla iletişim kurabilirsiniz. Acayip bir sirkülasyon oluşur bana kalırsa. Ekonominize yapacağı katkı ve gider kesintilerinden bahsetmiyorum bile.

Bir yandan bilimde akıl ermez ilerlemelerin yaşandığı bir dünya var, öte yandan yemeğe ekmeği kalmamış insanları katlediyorsun; günlerce, aylarca, yıllarca... Tablo bu kadar absürdken bir de çıkıp hala çok anlamı varmış gibi 'hümanist' açıklamalar filan yapıyorsunuz. Hümanizm mi kalmış? İnsanlık onuru mu kalmış? Hitler'e çok kızdık, çok kınadık tarih boyunca. ne kötü adamdı o! Hitler'den bunca çeken bir milletin yıllar sonra 2014'ün dünyasında kalkıp aynını yapması ne ilginç.

Kuran'ı açıp biraz karıştırırsanız, "bu müslümanlara mı inmiş yahudilere mi ya?" diye bir kafa karışıklığı yaşayabilirsiniz çünkü yahudilerden o kadar çok bahsediliyor ki. Neredeyse insanlık var olalı beri başa bela, adı çıkmış bir ırk yani. İrlandalı çocuklar en güzel nasıl gider bilemeyiz ama sizin en iyi nasıl gideceğiniz belli, cehennemde kızararak.

Son paragraf hakkında: Bir arkadaşımız yazıda tarafımdan hedef alınan ve lanetlenen İsraillileri isim isim listeleyemememden kaynaklı bazı haklı eleştiriler yöneltti. Gazze'ye dün başlayan harekatı tepelerden izleyenler kadar, hükümete karşı duran İsrailliler de var ki bu onların yapması gereken bir şey zaten. İnsan olarak. Yahudi olarak değil. Aralarındaki akla karayı cımbızlayacak halimiz yok. Dolayısıyla bu durum Netahyahu gebersin, ama iyi İsrailliler çok sempatik şeklinde sınıflandırılamayacak kadar komplike. Birbirimizi itham etmeyelim.



12 Haziran 2014 Perşembe

50ler'le imtihanım

Her kötü blogger gibi yazmayı zamanla seyreltsem de bırakamayanlardanım. Aslında benimki alelade bir seyreltme değil, her seferinde bir nedenim oluyor. Çok renkli bir hayatım var diye düşünenler olabilir; onlara geçmiş yazılarıma göz atmalarını tavsiye ediyorum ve yazıma duygusal bir giriş yapacağımı, ilerleyen paragraflarda özüme döneceğimi belirtmek istiyorum. Üzülesi olmayanlar 3. paragraftan itibaren okumaya başlayabilirler.

Hayatımda çok köklü değişiklikler olacağı belliydi ama bunların hepsi de birer tarihten ibaretti; henüz kendileriyle yüzleşmemiştim. Okul bitecek, ben işten ayrılacak, evlenecek, İstanbul'a yerleşecektim. Yarın ilkiyle başlıyorum. Şimdiye kadar hayatımdan ne kadar memnun olduğumu çok kez dillendirmiş ama gerçekte pek de idrak edememiştim. Yeni ettim. İşimi, iş yerimi ve en çok da iş arkadaşlarımı sevdim. Yarından itibaren başka bir yerlerde, onlar olmadan çalışmanın nasıl bir yük olacağı hakkında endişelenmeye ve tüm karamsarlığımla el ele vererek beni (ah, tabi onları da) ne kadar zor günlerin beklediğini düşünmeye başlayabilirim. 

İstanbul'da yaşamak (yeniden) midemde endişe kelebekleri uçuşturuyor ara sıra. Ama bu kez yalnız olmayacağım için yeni hayatımı seveceğime ikna ettim kendimi. Belki otobüsler o kadar çok kaçmaz, belki metrobüs pervazlarına kadar dolmaz, belki fönlü saçlarıma hep yağmur yağmaz, ve belki avm'lerde mahşer kalabalığı olmaz bu sefer. Evrene zarf atıyorum işte. Göz kırpıyorum. Evlenmek 'yeni bir hayat kurmak' ya; benimki tamamen öyle oluyor işte. Yeni şehir, yeni ev, yeni iş, eş. 

Düğünlerden bahsetmişken geçenlerde evlendirdiğimiz kuzenimin düğünündeki çılgın saç modelimden de bahsetmeden geçmek istemiyorum. Öncelikle belirtmekte fayda var; şimdiye dek 3 kuzenim evlendi ve ben hiçbirisine insan gibi rahat rahat hazırlanıp da gidemedim. İlkinde üniversite sınavına hazırlandığım 'kamp'tan (evet kamp) akşam saatinde çıkıp -ne gereği varsa- kuaföre yetişmiştim. Kuaförde, benden önce gün boyu bin bir naz ve talepleriyle kuaförün feleğini şaşırtan akrabalarımla buluşacaktım. Kadın artık bizden nasıl yılmışsa 'o saatte' gelen benim saçlarımı bir güzel yaptıydı, ay bir güzel yaptıydı... Herkes o gece beni sormuştur eminim kim bu... diye. İkinci kuzeninki de üniversitede vize günümdü; Ankara'dan bir önceki gün eşofmanlarla gelince pek vakit olmuyor tabi. Onun düğününe de saçlar o biçim gene, diplomat gibi katıldıydım. Gelelim üçe:

Efendim, okulda son iki hafta öyle yoğundu ki dokuz ayın çarşambası bir araya geldi. Ben kuaförümden randevu almayı düğüne 24 saat kala akıl ettim; yer bulamadım. Bildiğim başka yerler de yoğun olunca herhangi bir kuaföre gidip randevumu aldım. Çünkü kuaföre gitmem şart tabi; iki tel saçımı kendim yapamayacağım, zaten herkes de bana bakacak ya gitmezsem olmaz; istediğim modeli de gösterdim: dönem saçı yapıyoruz, 50ler. 

Ertesi akşam iş çıkışı yine o kıt vakitte gittim kuaföre. Öyle güzel ama öyyyle güzel oldum ki, kuaförden çıktığım gibi kendi kuaförüme gittim ve içeri resmen daldım! Kadın beni gördü, elindeki spreyi yavaşça yere bıraktı ve asistanına 'saçını hemen üst çerçeveden çözmeye başla' komutunu verdi. Ancak anlaşılan önceki zanaatkar kardeşimiz kafamda sprey yerine çimento kullanmış olmalı ki o üst çerçeve açılana kadar yolum yolum yolundum. Yine bu zanaatkar kardeşimizin makyörlerin feriştahıyla çalıştığını anlayınca ben, dur dedim makyajımı da yapsınlar. Bana bir kırmızı ruj sürdü canım benim, yüz felci geçirmişim gibi alt dudağım basbayağı sağa meyletti. Ööyle duruyor sırıtık sırıtık. Kendi rujumu her aklıselim kadın gibi dikiz aynamda sürüp geç kalarak düğüne yetiştim. 
Anlaşılan benim düğün tarzım bu. Kendi düğünümde de harikalar yaratacağımdan artık emin olduğuma göre içimiz rahat.



28 Nisan 2014 Pazartesi


'Bence bize nazar değdi.'
Bir daha tatil yaptığımı söylemeyeceğim. Dilim kopsun, ağzım çıksın ki söylemeyeceğim. Sabahtan beri iç sıkıntısından öleceğim adeta..
Böyle zamanlarımda açıp iki dakika Flash tv izler kendime gelirdim ama elim gitmedi bir türlü bugün. 

Dilime de bu şarkı dolandı. Bilenler bilir, Redd iyi gelir.



26 Nisan 2014 Cumartesi

züccaciye gurusu


Geçtiğimiz iki hafta hem çok stabil hem süper hareketli geçti. Bir kere benim yarim artık cendermede onbaşı değil; senin benim gibi normal vatandaş oldu olalı ona her şey daha bir güzel, her şey daha bir anlamlı şu hayatta.


İstanbul'da çok ağır şartlarda askerlik yaptığından pek de özlemeli, üzülmeli bir askerlik süreci yaşayamadığımızdan bahsetmiştik. Mektuplaşmak, telefonlara koşmak şöyle dursun bir kere kışlada bile ziyaretine gitmedim. Ha bu da benim odunluğumla övündüğümden değil, çoğu hafta sonu zaten beraberdik diyedir. Ancak yine de askerliğinin zorlu gecelerinde ona yarenlik eden şu kitap, yıllar sonra anlatacağı bayık askerlik hatıralarını renklendirecektir.


Geçtiğimiz günlerde 23 Nisan'ı kutladık. Selfie icat olduğundan beri boş vakitlerimde çocuklarla selfie çekiyoruz, pek eğleniyorlar. Okulumuzda klasik aktiviteler eşliğinde kutlanan bu güzelim bayramın bizi en çok güldüren kısmı tatili oldu elbet. Çok pis tatil yapıyoruz bu iki haftadır; hani o kadar pis ki anlatsam aranızda yarın istifa edenler olur.


Neyse efendim, tatil günlerinde güzel kahvaltılarla başlıyorum güne. Geçenlerde de annemin serpme pazar kahvaltısıyla taçlandırdık bu kahvaltılarımızı... Nasıl tazelendik anlatamam.



Sık periyotlarla seyreden tatillerimi değişik aktivitelerle geçiriyorum. Bir kere hala spor salonuna gidiyorum. İlk başta birkaç kilo verme motivasyonuyla başladığım spor son günlerde yerini "bana da bir hareket oluyor böylece" tesellisine bıraktı. Zira ben ne kadar kalori yakarsam gelip o kadarını takviye etme hakkını kendinde bulan yeme arsızı bir insanım.


Ooo süper dimi? 
Evet işte böyle ödüllendiriyorum kendimi. Aferin, aferin...
Aktivitelerimden biri de mutfak. Anlıyorum ki ben yemek yemeyi sevmesem kimse için yumurta bile kıracak insan değilim. Bu pastayı yapmaya da krize yalnızca üç gün direnebildikten sonra karar verdim. Emin olabilirsiniz, afiyet oldu.

Tarifini isterseniz hemencik paylaşırım. Mutfakta sinsiliği hiç sevmem zira. Lezzetler paylaşılmalı, nesillere aktarılmalıdır.

Başka bir aktivitemiz de bir süredir çeyiz toplamak. Biliyorum biliyorum, hepiniz sarsıldınız. Bir de beni düşünün. Ama hayat zor gençler;  tenceresiz, tavasız, porselensiz evlilik olmuyor. Adapazarı civarında  olup evlenme arifesinde tecrübesiz arkadaşlarım varsa onlara da buradan artık bir züccaciye gurusu olduğumu bildirmek isterim. 

Bu arada let me tell you something. Bu pasta var ya, aslında hiç de böyle değil. Çileklerin kimi kusurlu; kremanın kimi yeri tortulu kimi yeri pürüzsüz, gayet de amatör, sadece yemelik alelade bir pasta işte... Ama bu akıllı telefonlar sağ olsun her şey o kadar mükemmel o kadar profesyonel ki! 
Buradan hareketle, başka insanların çektiği efektli tüm fotoğrafların da aynı durumda olduğuna kanaat getirip kıskandığım kareler için teselli buluyorum. Kahvaltılar, hediyeler, arkadaşlar, manzaralar... Ne çektiniz be!

Bugün cumartesi, çoğunuz gezip tozacaksınız ya hani, paylaşın paylaşın. Instagram'dayım, bekliyorum. Peşinen bok ettim resimlerinizi nasılsa.




13 Nisan 2014 Pazar

300 Yüzsüz Spartalı

Ev halkımın karıncalara karşı yürüttüğü amansız mücadelede 6. aya girildi. Önceleri, 'kışın üşüdüler de  üç beş tanesi yolunu şaşırıp bizim eve girdiler zaar' gibi ılımlı politikalar güttük. 

Halıda koltukta zaman içinde "karşılaştığımız" karınca kardeşlerle müzakerelerin sonuçsuz kalmasıyla, sağdan soldan arak bilgiyle evi defne yaprağıyla donattık. Halı altları, cam dipleri... Ayakları kesiliverir dediler. Hiçbir işe yaramadı. Kolonilere hiç istemesek de kimyasal silahlarla giriştik ve sonrasında günlerce ceset kaldırdık. Bitti sandık. Daha çok geldiler.

Zehri çektikçe kafası güzelleşen karıncalar daha da azmanlaşmaya, üstümüze başımıza tırmanmaya başladılar. Böylece salonu onlara bıraktık; edebimizle çekildik. Ee bükemediğin bileği öpeceksin.

Annem daha çaplı zehirlemelere karşı çünkü cildimiz de zehirden etkileniyormuş. Hal böyle olunca oturduk kafa patlattık. İşgal ettikleri alanları, gezmeyi en çok sevdikleri rotaları belirleyip coğrafi haritalar çıkardık. Stratejilerini çözmeye çalıştık.

Biyolojik incelemeler başlattık,sapır sapır üremelerine bir açıklama getiririz belki diye.. Seçtiğimiz Alfa ve Beta karıncaları fanuslarda besleyip çiftleşmelerini bekledik. Boş... Ya Alfayla Beta birbirinden elektrik alamadılar, ya biz bakarken yapamadılar, ya da kısırdılar, bilemiyoruz. Sonuçta öyle korktuğumuz gibi üremiyorlardı; gece bir koyup sabah kırk almıyorduk yani.

Pet karınca yiyen aramalarına başladık. Güney Amerika'dan filan bakıştırıyoruz. Şöyle acar bir tane                                                                                      getirteceğiz nasipse.


Çalışkanlıklarıyla çocuklarıma örnek göstermeyeceğim bir hayvan artık karınca. Hatta öyle ki, nefret sıralamamda sivrisinekle yarışır hale geldi kör olasıca. Kör demişken, hani kördü lan bunlar? Ayrıca bunların başında kim varsa Leonidas resmen halt yemiş yanında.

Döşemelerin altında kat kat şap beton olduğunu bildiğimize göre temelimizi yediklerinden artık şüphemiz yok. Buradan yetkililere evvelden bildiriyorum: Birgün bizim ev çatadanak çökerse, müteahhitiydi ustasıydı kafa şişirmeyin; bizim altımızı karıncalar oydu.
Gereğini arz ederim.

Saygılarımla.



30 Mart 2014 Pazar

seçtik mi?

Saat 5. Türkiye hazırlık sürecinin suyu çıkarılmış bir seçimin daha sonuna geldi.

Birkaç saat içinde "Zaten Aziz Nesin bu ülkenin % 60'ı aptaldır demişti."cilerle, birilerinin istenmeyen tüyüyük zihniyetinin ezeli, ancak kısır tartışmaları yeniden alevlenecek; hem de bir halta yaramaz "sosyal" paylaşım alanlarında.

Süper demokratik ülkemizin her seçiminde olduğu gibi yine bölücü, kıyıcı söylemlerin yanı sıra birleştirici halkı kucaklayan, adeta "uyandıran" açıklamalar yapanlar da oldu. Ancak akşam saatlerinde yine anlayacağız ki bunların da bir kısmı pek samimiyetsizmiş: Demokrasi ya "İşte siz böyle aptalsınız!", ya da "Nasıl da koyduk!" tadında hayli düşük bir debide akacak üstümüzden.

Eli yüzü düzgün insanların akil beyanatlarına ihtiyacımızın olacağı uzun bir akşam beklemekte bizi.

Bloğumu seçime boğmadan, sözlerimi şu klişe seriyle tamamlamak isterim. Kim kazanırsa kazansın, ülkemiz, milletimiz için hayırlı olsun. 
Amin.




3 Mart 2014 Pazartesi

'Bitmez tükenmez bu dert, ömür diyorlar buna'




Gecenin bir yarısında çalan telefon kadar uyku ve zihin açan başka bir şey var mıdır ki? Sabahları alarmlar eşliğinde sürünüp yine de uykulardan kopamazken, o gece yarısı telefonunun bir saniyede yarattığı merak, dehşet ve tüm kötücül duygular; ve aynı anda gözlerimizin önünden geçen başına iş gelmesi muhtemeller listesi...

Dedem hasta benim. Aslında hasta da denemez; felçli ve yaşlı. Ama bu onu hasta diye sınıflandırmam için yeterli, çünkü o hasta olduğu için annemin aklının bir kısmı senelerdir bizimle değil; kalbinin de öyle. 

Babası hasta kadınların gece yarısı telaşları da öyle acıklı oluyor ki.

Dün akşam dedem rahatsızlanınca gitti yine annem. Tansiyonu öyle bir yükselmiş ki hala yaşıyor olması hayata kafa tutmanın ta kendisi; kısmen normalleşince annem döndü. Sonra gece 2'de zıpladık bir daha. Kulağın kirişte yüreğin ağzında yatınca, ahizeye varana kadar aklında bir savaş çıkıyor. Aynı anda yaşanıyor hem bağırma hem de tepkilerini kontrol etme isteği; hem yardım dileme hem de metanetini koruma ihtiyacı...
Her şeyin yolunda olduğunu anlamaksa, huzurların en derini olsa gerek o an için.

Sabah uyandığımda koltuğa saçılmış tansiyon aleti, tezgahta limon kabukları buldum. Annemin gecesi iyi devam etmemiş belli ki. 

Babalarına üzülen evlatların hastalanmaları da çok kolay oluyor.

Sizin için dede, anneanne ne ifade eder bilmem. Belki günün birinde yaşlılıktan ölmesi gayet normal karşılanan yakın akrabalardır. Paylaşıma bağlı tabi bu; ben "çocukluğum" deyince pek çok karede bulurum dedemi. 


Bu Hüma, bu da dedem. Bence ikisi de aynı yaştalar. "Yapabildikleri" şeyler aynı.

Annem, anneannem ve teyzem, "baba" gibi saygı duyup "bebek" gibi bakıyorlar dedeme senelerdir. Gidince baba gibi elini öpüyor, temizliğini yaparken çocuk gibi yanaklarından makas alıyorlar. Hem koca bir adam hem minicik bir bebek yatıyor yatakta ne zamandır. Su vermezseniz susadığını diyemez bir bebek. 

Son on gün içinde iş arkadaşlarımdan ikisi art arda babalarını kaybetti; çalışma masamızda sabahtan bir matem havası...Bir de dünden kalan bir baba korkusu.

Evlatların babalarına yanmaları çok acı. Onları izlerken ne kadar yandıklarını anlamaya çalışıp yanından bile geçememek; bir gün aynı acının beni de süpüreceği ihtimalini sessizce düşünmekse çok zor. Gel gelelim, ömür diyorlar buna, bitmez tükenmez bir dert.





8 Şubat 2014 Cumartesi

acar turistin İtalya günlüğü

Hala yağmur yağacak diye bekleyenler varsa söyleyeyim; yağmayacak zira yağmurun tamamı aralıksız ve acımasız şekilde İtalya'ya yağıyor. Her santimetrekaresine.

Mevzuya girmeden önce, bugün 8 Şubat. Ne güzel, bir zamanlar 24 Ocak'tı; ara tatil daha yeni başlamıştı. Hain zaman... Neyse ki bugünün benim için anlam ve önemini büyük. Tadı hala damağımdaki Erasmus'un ve Onur'la ilk official selamlaşmamızın ilk günüdür. İlk bakışma, ilk tokalaşma vb. günlerini akılda tutup yad edenlerden değilim korkmayın ama bir tek 8 işte, bana hep güzel şeyler hatırlatır. Tüm Erasmus fotoğraflarımda aynı pantolon-ceket-ayakkabı-çanta kombinimle yer almaktan bugün nasıl pişmansam (öğrencilik işte, sefalet), İtalya'daki tüm fotoğraflarımda da aynı mont ve lanet şemsiyemle çıkmaktan öyle pişmanım. Ama elden başka türlüsü gelmedi. Bir hafta boyunca yağmur yağmadı, adeta işedi.

Tabi içimdeki Japon turistle ele ele verince beni hangi yağmur durdurabilir ki? Kerem(bro) ve Melike(kuzi) ile Bologna-Floransa-Roma ve Napoli rotasında güzel bir sömestir gezmesi yaptık. Roma'ya hiç de öyle bayılmadığımı söylersem ağzıma kürekle vurmak isteyenleriniz olabileceğini bilsem de, gerçek bu. Tarihi doku korunur da insan - bari yaşamı sürdürecek kadar- gündelik hayat unsurları da ekler yani. Şehirde market, büfe bulan beri gelsin. 

Floransa...


Floransa beni muhterem Medici'lerin sarayına arkanızı verdiniz mi dimdirek yürüyünce sizi karşılayan Baboli Bahçeleri'yle kalbimden vurdu. Ne kadar güzel ve büyüleyici (çok az şey için böyle abartılı sıfatlar kullanırım) olduğunu yazıyla anlatmam pek mümkün olmayabilir. Medicigiller Floransa'nın bağlarında çok ciddi bir peyzaj çalışmış ve cennetten bozma mükemmel bir koru oluşturmuşlar. 



Bir tek bu bahçeleri gezerken yağmur birkaç saat izin verdi de tadını hatta suyunu çıkarana  kadar dolaşma, özenme, duygulanma, hayattan kopma, romantikleşme şansımız oldu. 


Tek biletle sarayı, kıyafet müzesini, kütüphanesini, döneme ait daha pek çok detayı ve tüm bu bahçeyi gezebiliyorsunuz. Floransa'da Allaşkına görün diyeceğim bir burası bir de mutlaka adamakıllı bir gününüzü ayırmanızı önerdiğim Uffizi Galerisi var. İçerisi gerçekten bir harika; Gelsin Botticelliler gitsin Da Vinciler... 





Burası da Roma; Fontana di Trevi. Sen de Aşk Çeşmesi ben diyeyim Üçyol çeşmesi.  Bkz: Trevi Çeşmesi

Bu arada bilmeyenler için, Kerem İtalya'da Erasmus öğrencisi; Erasmus öğrencisi dediğin de n'apar? Yürür. Arkadaş ayların antrenmanıyla bir taktı bizi peşine; dağ bayır tapınak şapel demedik durmadan yürüdük. Hep yürüdük. Vicdansız Kerem, devamlı yürüdük... Yani ben bu anlamda daha elit, kırmızı hop on-hop off otobüslerinde falan, Avrupa'lı turist tadında bir tatil düşünmüştüm ama pek de öyle olmadı. Yine yeri geldi banklarda sandviç kemirdik, an oldu birbirimizi tuvalet kapısında bekledik, leş gibi trenlere bindik... Tabi böyle mutlu mutlu 1'er cent atıp dilek dileyen turist hallerimiz de var işte. 


Aslında benim söylememe gerek yok twitter'cılar iyi bilirler, Abdullah Gül de Roma'daydı. Şimdi ben ön plana çıkmayayım dedim ama siz zaten akıl yürütmüşsünüzdür... Evet, beraberdik. Özellikle Kolezyum gezisi esnasında kendisiyle yakın temaslarımız oldu; Spartaküs'ü andık bol bol; Sezar'ı, ihaneti, paralel devleti falan konuştuk. Dondurma yedik karşılıklı; o Tiramisu'lu tercih etti, bense Bounty. E tabi, dondurma da zaten Roma'da yenir, yiyin.

Pizza da en güzel Napoli'de yenir dediler, Gül'ü iki yanacığından öpüp Pegasus'un tarifeli uçaklarından biriyle uğurladıktan sonra. Ama acayip bir şekilde ben en güzel pizzamı Bologna'da yediğimi iddia ediyorum. Bu da fena değildi tabi. "Bizim Dominos felan daa ii lan" diyenler; demeyin. Değilmiş işte arkadaşım. Biz burda doyursun tok tutsun diyerekten vakfıkebir pizzası yiyoruz; esas mantık o değil oysaki.

Napoli'nin en ünlülerinden Pizzeria Starita'dan bir kuple:

Ünlü pizzacılarda (restoranlarda diyelim) öyle kafanıza estiği gibi gidip pizza yiyemiyorsunuz; bunlarda fırınlar var; pizzanızı sipariş üzerine o anda hazırladıkları için bir öğlen saati bir de akşam 7'de açılıyorlar. Biz 6'da gidip kapıda kaldık. Pizzaları güzel olduğu kadar sahipleri de küstahtı.

Maceramıza yiyip yiyip azmış, azdıkça şaşırmış, nihayetinde yüce yaradan tarafından Vezüv marifetiyle taşa çevrilmiş şu sefil kavmi yerinde ziyaret ederek son veriyoruz. Pompei'deyiz. İnsanlar bildiğiniz don gömlek kuruyup kalıvermişler ayol öylece.

Bu arada Pompei en çok bilinen turistik alan ancak aynı tren hattında Ercolano diye bir alan daha var ki burası Pompei'ye göre daha çok küçük ancak çok daha süper korunmuş bir kalıntı bölgesi. Pompei ciddi manada "yıkıntı", olayı hayal etmeniz gerekiyor; Ama Ercolano'da yapılar yerli yerinde ve insanları toz olup havaya karışmış. Bu süpersonik Ercolano bölgesini de Napoli'de yaşayan hostel çalışanı Türk kızımızdan öğrendik. Hostel demişken, ola ki Napoli'ye giderseniz, burada kalmanızı şiddetle tavsiye ederim: Hostel of the Sun

Not: Zebra geçitler var ya hani, oraya adım attığınızda araçların zınk! diye durduğu gerçekmiş. O rahata alıştık ya, Adapazarı'nda inip eve giderken kakalak gibi yapışıveriyordum asfalta. Medeniyet çarpıyordu az daha.

Not 2: Yunanistan'ın batışını bizzat deneyimlemiş biri olarak İtalya'nın ahvalini de iyi görmedim; turizmleri haricinde bir naneleri yok, buna karşın çok mendeburlar. Gel gelelim o dağ taş daha ne kadar cash getirir, nasip...

Acar turist Kevser Erol Adapazarı'ndan bildirdi.







27 Ocak 2014 Pazartesi

Well well...

Hani Sendrom, hım? Hani? Long live the Semester!

Yağmurlu, soğuk, sıkıcı bir pazartesi sabahından herkese günaydınlar. Karga botunu giymeden yazmaya başlıyorum bugün. İş zamanı alarm çaldıkça 5 dakika daha diye inleyen bedenim tatil günleri yatmalara doyamayacak sanıyorum ama en fazla 9'da zınk! diye uyanıveriyor; alışmak sevmekten beter şey.

Efendim, iktisatçı adamın nişanlısı olarak tam da bana yakışacak şekilde, Euro'nun 3,196 TL olduğu ahir zamanda İtalya seyahatine çıkmaya karar verdim ki iki tabak makarnaya asgari ücreti bırakıp böylece ibretlik bir tatil geçireyim. Zaten bilenler bilir, bugüne kadar tatil planlarımda yanıldığım görülmüş şey değildir (!).

Yine de bana en çok dokunacak şeyin bir pet şişe suya 3 TL vermek olduğunu biliyorum. Bu nedenle el bagajı olarak 5 lt. su almayı düşünüyorum.

Malumunuz ayak bastığım ülke önce dağılma sonra sürünme sürecine giriyor. Daha evvel Yunanistan'a ettiğimi bu kez İtalya'ya yapmam diye umuyorum. Siz takipte olun, hatta yastık altı döviziniz filan varsa bir bilene danışın derim.

Görüşemediğimiz bu dönemde tunç devrinden direkt teknolojik çağa geçtim ben. Kızılötesinden sonra bluetooth'a alışmış ve telefonum komutlarıma uymadığında resetleyip onun suyuna giderek yaşamıştım. Ancak zamana bir yere kadar direnebiliyorsunuz. Etrafımda insanların şekerleri patlatıp telefonun ekranına sürekli bir iştah ve öfori ile baktıklarını görünce dedim "bizde niye yok?!"... 
Akıllı bir telefonum var artık; dün beni iki saat kadar delirten. Benden daha ukalasını çekemediğim gibi benden daha akıllı görünen bir aletle de anlaşamıyor olmam anlaşılır bir denklem sanırım. Elimin çarptığı her yerden yeni bir şey çıkaran ve gerçekten bana sorduğu soruları anlamadığım bir telefon sayesinde kendimi ne kadar çağdaş hissediyorum anlatamam. En azından artık köpee atsan yemez fotoğrafları allayıp pullayıp sunabileceğim, yediğim içtiğim her şeyi anında bildireceğim, wc'den bile check-in yapıp böylece hayran kitlemi o 5 dakikalık boşlukta meraktan çıldırtmayacağım. 

Alın işte, şimdi ben de herkes gibiyim...

Biz böyle laflıyoruz da bu sırada şafak da akıp gidiyor; gerçi bugün askerliğin bitmesine ne kadar kaldı sahiden bilmiyorum (böyle de romantik böyle de cefakarım işte) ama en son 90'larda bir yerdeydik... Neticede o da kısmen kapuçino içip kitap okuyarak askerlik yapıyor; havaya giremiyorsak benim suçum mu?

Her şey böyle güldürüklü gitmiyor elbette. Uzun aradan sonra ilk görüşmemizde içinizi daraltmayayım dedim; dertleşiriz sonra. Till then, hold the line please!






19 Ocak 2014 Pazar

isyean

Yazmamak için içimdeki enerjinin %50'sini çok zor tutuyorum! Sömestırı bekliyorum gözüm kulağım zilde...