22 Aralık 2013 Pazar

masal yazdım, yerseniz.


Hacının hocaya karıştığı, hocanın müridine taktığı, yoz yoz yozlaşan dünyalar güzeli bir ülkede değişik bir halk yaşarmış. Uzuun yıllarca kralın sözünden çıkmadan ona tabi yaşamış bu halk, seneler sonra cumhuriyete falan kavuşmuş ama bu kez de ülkede halk dediğin olmuş bir şaşkın ördek; bir başından, bir kıçından dalarmış. Neye karar verse, kimi denese bir türlü karar veremezmiş.

Şans o ya, ortalık hep uyanıklara kalırmış. Her uyanık birkaç yılda bir çıkar halka oynar, tacı kaparmış. Bunu görüp de çekemeyenler mi istersiniz, çamur atanalar mı, birbirinin götünü açanlar mı (ay pardon çocuk masalı için ağır oldu bu); böyle böyle her gün yeni bir iddiayla bu zavallı halkçığın takip mekanizması kırılır, insanlar bildiği doğruyu da şaşırırmış. Kime inansa kime güvense bilemez olurlarmış. 
Kimi dermiş din elden gidiyor uyan, kimi çekermiş vatan gidiyor yetiş, kimi dürtermiş malı götüren götürdü kalk…

Öyle ince çizgide yürür, öyle B planları yaparmış ki uyanıklar, bir gecede bıyığını kesen, başını kapayan, başını açan, fes giyen, şapka çıkaran… pek çok resim geçmiş asırlardır ülkeden; böylece kimselere çaktırmadan akışa uyuverirlermiş. 

Sonra öyle uyanıkmış ki medyacı amcalar, bir gecede ak dediğine bok demeye başlarlarmış, n’olduğunuzu anlamazmışsınız. Dediklerine göre, kimileri bıraksan ülkeyi bugün peşin fiyatına vadeli satar kimileri hala uğrunda canını verirmiş; kimileri ayakta uyuyorsa kimileri işin içindeki işi bilirmiş, ama kime sorsanız tabi özünde herkes ulusçu milletçiymiş. Sonuçta her birimizin atasının kanı varmış vatanın her karesinde.


Seneler sonra bir sabah ülkedeki insanlar uyanmışlar, bakmışlar geziye giden gitmiş, gezi bitmiş, faizi yiyen yemiş, ağznı silen silmiş, dekor değişmiş ve şehre yeni bir oyun gelmiiiiş. Masal da burda bitmiiiiş.


13 Aralık 2013 Cuma

stokları bitiriyoruz!

Aaammmman tarrrııımmm!

Az önce kendimi markette gezmekten zevk alırken yakaladım! 

Pilatesten çıkmış sakin sakin bir paket çay almak üzere markete girmiştim ki, birden bire şarküteride buldum kendimi.  Enteresan peynirler, meyveli yoğurtların cik'li mix'li isimleri çok hoşuma gitti. Bir o başından bir bu başından girip reyonları taraya taraya, savsak savsak dakikalarca yürümüşüm. Müşüm diyorum çünkü hatırlamıyorum. Nasıl eğlendiysem artık.

Lan nerde kaldı benim gençliğim? Sosyal hayatımı ve aktivitelerimi ne ara market gezmeye indirgedim? Hobilerim arasında makarna muhteviyatı okumak ve etiket incelemek de var artık. Lazım olsun olmasın, indirime giren, normal fiyatından her nasılsa çok daha aşağılara satılan, yani müşteride "buna çok ihtiyacım var/olabilir"i uyandıran her şeye baktım sanırım ve o "dursun yeri gelir" psikolojisiyle bir araba alakasız şey aldım. Kar mı yaptım yani? Bilmiyorum.

Şimdi karşımdaki sehpada bir paket çay, son derece gereksiz bir kupa, tıraş losyonu (babama tabi), oto parfümümle oturdum kendime şaşıyorum. 

Savaş çıkacakmışcasına stokladığım makarnalarımdan birkaçını satsam alır mısınız? Çok güzel ıslak mendillerim var ya da, rengarenk? O zaman Halley tükenip de karaborsaya düşmeden on'lu paketlerimin birkaçını alın bari.




10 Aralık 2013 Salı

kış içimizde başladı


Hayat gerçekten bu yorgunluğumuza değecek mi?

Gönül yorgunluklarını diyorum. İnsanları kıra döke geçirdiğimiz günlerin ardından çöken yorgunluklar; hani için için yakar sizi vicdanınız da yine de gururunuzu kırmazsınız. İyi niyetimizin elimizde patladığı anların yorgunlukları. Siz üzülünce üzülen siz sevinince de üzülen o iyi insanların verdiği yorgunlukları diyorum…

Tüm bunlara değecek mi yaşamak? Tüm bunlara rağmen dolu dolu yaşadım diyebilecek miyiz?

Yakında 25 yaşım bitecek. Bi çeyreklik hayatımdan anladığım şeyler geçen yıla oranla biraz daha fazla; tecrübe denen şey sahi demek ki.

Bu sene örneklerle öğrendiğim en önemli şey insanların bencillikten kör olmaları. Sadece seninki sevinç, sadece seninki acı, sadece seninki paylaşılmaya değer, sadece seninki hayat… Yanındaki işine yaradığı müddetçe sırdaş, gönlünü eylediği sürece arkadaş.

İnsanların uğrunda “en cicilerini” bile bir anda harcayabilecekleri hırsları var. Ya da bir gün köpürerek anlattıklarını ertesi gün bağrına bastıkları da vaki. Dirsek yemek de an meselesi, yücelmek de. Ne iyiliğe güvenmeye geliyor, ne kötülüğü dert etmeye. Kanımızda mı var taht oyunları, diziler mi etkiliyor bizi çözemedim lakin ortada paylaşılamayacak bir şey de yok. Ergenlik bir ömür sürermiş meğer, bitiremeyen bitiremezmiş, ne acı. Ne olur egolarımızı başka yerlere yönlendirelim artık.

Bir gün o yer yüzü görmemiş burnumuzu sürtüp boynumuzu büktüğümüzde, kendi hesabımız zaten öyle kallavi olacak ki, yandakinin n’aptığıyla ilgilenebilecek miyiz?  Helal edilmemiş haklarımızla sahiden avuntu bulacak mıyız o gün? İçimiz böyle mi soğuyacak? İnsanların canlarını acıtarak kendimizi saygın kılma çabamız işe yarıyor mu bari?

Bir gün neler olup bittiğini tam olarak anlayacak mıyım?


Huzursuzluklarımın meşhur çeyrek yaş kriziyle ilgisi olsaydı keşke. Bana ağır gelen ne sorumluluklarım, ne de hayatımla baş edememem; aksine, öyle memnunum ki hayatımdan. Kimseyle yok hesabım, kin güdemiyorum, bir terfi beklentim yok, yeteri kadar arkadaşım var. Benim gönlümü yoran “Bugün nasıl bir hava esecek acaba?” dengesizliğinde yaşanan hayatım. 


24 Kasım 2013 Pazar

Alnımızda bilgilerden bir çelenk

Sabahtan beri romantik atmosferde seyreden Öğretmenler Günü kutlamalarına farklı bir perspektif getirmek üzere; öğretmenliğin renkli detaylarından bir kuple sunmak isterim günümün anısına... 

Geleceğimizi oluşturan, bizi yetiştiren ışık, aydınlık vb. metafor şovundan önce, öğretmen bir sabır taşıdır. Senin, hafta sonu tatilinde bile yaysız çenesine dayanamayıp "git az ötede oyna be mübarek evlat!"diye zıpıttırdığın çocuğu, sınıfa kazandırmada anlık stratejiler geliştiren insandır öğretmen...
Yeri gelmişken, "Sen bir çocukla başa çıkamıyorsun benim başımda kaç tane birden var!" klişesini de yapmadan geçmek istemem.


"Öğretmenim size zombi sesi çıkarayım mı ?" diye soran çocuğun bu denli mantık yüklü soruları karşısında sakin kalırız biz. 




Milletin Bieber dinlediği yerde özgün karakterini koruyabilen öğrencilerin kağıtlarını okurken ne hissetsek bilemeyiz. Çocuk Kıraç, Ankaralı Turgut seviyorsa, seviyordur ve biz bunu son soruda bahsi geçen Beth kızımızla paylaşmak istemesini doğal karşılarız.

Deneme sınavlarında gözetmen oluruz. Çıt çıkmayan sınıfta mini mini yavrular gerilim yaşarken, arkalardan bir tanesinin kırağı görmemiş sesiyle, "Öğretmenim kızların adet görmesi ne demek?" diye bağırması gibi sancılı sürprizlere gebedir bu iş. O anda yüzümüze çivilenip açıklama bekleyen 24 çift gözü görmezden gelerek, Fen bilgisi sorusunda takılmış bu çaresiz öğrenciye son derece makul açıklamalar yaparız.


Çocukların nefreti çok yakıcıdır. Ama bir o kadar da geçicidir. Kantin sırası kavgasında boğaz boğaza gelen iki veletin ertesi teneffüste maç yaptığını da görebilirsiniz; birbirine içten içe kin güden ve zehrini yazıya döken öğrenciler de...

Emir ve Alanur, sizin asla anlayamayacağınız ama çok önemli bir şeyi paylaşamıyor olabilirler; birbirlerinden nefret etmelerinde yine sizin aklınızın ermeyeceği çok haklı sebepler olabilir.

Biz bu çok yaratıcı küfürleşmeler karşısında da barış elçisi oluruz. Çocuklar küfürleşmede bile el yazısı kullanarak aslında hasmına saygı duymaya devam etmektedirler. Onlar isteseler de biz yetişkinler kadar çirkin olamıyorlar. Toplu halde her zaman aynı tadı vermeseler de, zaten özünde hepsi iyi çocukturlar, hepsi çocukturlar. 





O halde alnımızda bilgilerden bir çelenkle beraber, Let's Celebrate the holiday!






Not: Bazı yaşanmış olaylar öğretmen arkadaşlarımın anılarından derlemedir.


17 Kasım 2013 Pazar

istenmeyen evlat: pazar

Pazar gününün tüm bu sevimsizliği sadece yarının pazartesi olmasıyla alakalı değil. Özellikle herhangi bir sosyal paylaşım sitesi (böyle söyleyince çok etik oluyorum gibi geliyor) kullananan kişiler için temel neden bu değil.
Pazar günleri sen, paçaların çoraplarının içinde lekeli ve dökük eşofmanınla uyandığında, elinde cornflakes kasesi dışarıda akıp giden hayata laptopundan çaresizce tıklarken; sağda solda check-in yapan (böyle deyince de çok trendy oluyorum gibi geliyor), brunch görüntüleri paylaşan insanları görürsün. Elin her ne kadar gidip “like” da dese, içten içe o fotoğraf/kare/mekan sevimsizliğin daniskasıdır. Bir şey de diyemezsin tabi. İnsanlar hayatlarını yaşıyorlardır; güneş de şu günlerde cildimize son kez dokunurken insanlar günü iyi değerlendiriyorlardır işte.
Bir, elindeki zift kahveye (kasenin ne ara fincan olduğunu fark etmezsin bile, öylesine rutindir lanet gün) , bir de okunması gereken yığınla kağıda, yapılması gereken yığınla işe bakarsın. İnsanlara bir şey diyemezsin tabi, gezmeyin lan! diye haykırsan da içinden. Aşağı mı kalacaksın? Çaresiz, “I hate Monday, la la la…” temalı resimler, türlü komikliklikler paylaşır öfkeni hafifletirsin. Hıncını pazartesiden çıkarır sendromlara sığınırsın.
Yani özünde pazarın sevimsiz olduğu filan yok, fakirin ne çarşambadan ne salıdan var bir farkı. Ama o gezentiler yok mu…

12 Kasım 2013 Salı

denmiş bir deyim

Kuru boktan yağ sızdırmak diye bi laf vardır.

İyice sıkılıp pestil edilmiş diş macunundan hala fırçanın kılıyla macun çıkartmak gibi. Nutella kavanozunun bittiğine ikna olmayıp parmak marifetiyle yan duvarları günlerce sıyırmak gibi örneklerle açıklanabilir dilimizde.


Böyle denilebilir literatürde de siz ona bakmayın. Deyim aslında kısaca şu:







Biz böyle zengin olduk işte. . .

Neyse efendim kendimle kafa bulmalarım bir yana dursun, vücudum yeniden benimle kafa bulmaya başladı. Öncelikle larenjitli biri olduğumu kabullenmiştim, ancak üstüne nezle eklendi. Sonra bu eziyet bana az gelince ben de gittim platese başladım. Daha evvel ciddi biçimde ilgilenmediğim gibi ciddiye de almamıştım. Ebru Şallı'yı gördüğüm yerde helallik isteyeceğim. Çok hafife almışım, çok eziklemişim kadını şu cahil halimle.

Parmak uçlarımda bile acılar var (demek oralarda da kas varmış), gözlerime yaşlar, sırtımda terler...

Peki duracak mıyım? O yoo dostum, yoo...

Bedenim acılar içindeyken psikolojimin de pek iyi olmadığını söyleyecek kadar samimiyiz artık. Pek değil. O. artık asker. Halbuki ne biçim trajedilere hazırlamıştım kendimi. Kağıtlarına hasret kokması gereken parfim sıktığım mektuplar yazacaktım; bir tutam saç maç belki... Olmadı. Adam askere diye Üsküdar'dan Eyüp'e geçti.

Beni ankesörlüden de aramasa asker olduğunu unutabilirim. Neyse ki melankolime yardımı oluyor o 212'li numara. Çağrıyı görünce böyle bir hisleniyorum. "Asker yolu bekleyen nışanlı" moduna alıyorum sesi filan. Ehe. Balına balız hakikaten de, yine de böyle özlemeli mözlemeli bir burukluk olmuyor değil. Sivilken ne iyiydi kerata.


2 Kasım 2013 Cumartesi

larenjit günlüğüm

Meslek hastalıklarının "amelenin bel fıtığından" ziyade önemli bir konu olduğunun farkındaydım ancak bir "hocanım" olarak kendimi güvenli bölgede sanıyordum. Gelin görün ki mesleğimin henüz başında nur topu gibi meslek hastalığım oldu. 

Boğazım ağrıyor, bademciklerim şişti, konuşmaya çalışınca adam boğazlıyorlarmış gibi sesler çıkarıyorum.

Semptomlarımı bu şekilde anlattığımda sıradan bir boğaz enfeksiyonu gibi geliyor; oysa "larenjit" oldum dediğimde kendimi çok ender görülen bir hastalığa tutulmuşum gibi hissediyorum. 

Henüz farenjit değil. Ama doktorum boğazıma çubuğu sokarken bir yandan da bu hastalığı o kadar tatlı anlattı ki farenjite büyük sempati duyuyorum şu anda. Anlatırken hep hastalardan "öğretmenlerimiz" diye bahsetti. Anladım ki bu bir zümre hastalığı. Farenjit olsam kendimi tam bir öğretmen gibi hissedeceğim. (Evet hasta pskilolojisi çok farklı bir şey, hassasiyetime anlayış göstermenizi bekliyorum)

Başka bir ünlü meslek hastalığımız da varismiş. Eğer varis de başlarsa bence ben malulen emekli bile olabilirim. 

Neyse. Larenjitle 'savaşmam' için doktor bana fitil büyüklüğünde antibiyotikler verdi, paketi açınca bir an gerçekten bunu ağız yoluyla mı almalıyım diye düşündüm. 

Öğleden beri yayın arada gidip geliyor ama dün hiç yoktu. Aksi gibi de nekahet dönemim çok hareketli geçiyor, devamlı tanıdıklarla karşılaşıyoruz. Ben hatırımı soranlara ümükleniyormuşum gibi cevap vermeye çalışınca annem de bana dublaj yapma gereği duyuyor. Ya da ben ona acılı acılı bakıyorum, "sen bir çeviriver teyzeye, devreleri yandı yazık" der gibi. 
Tuhaf bir psikoloji  içindeyiz; sesim çıkmıyor diye mahçup olduk insanlara karşı, "Ehe şey, boğazlarımız şişti, ses de iyice gitti dünden beri, ehe..." 
Annem gerçek bir refakatçi gibi, larenjitimi içselleştirdi sağ olsun.

Exorcist'in devam filmi için başrol teklifi almadan önce iyileşmeyi ve sahnelere dönmeyi temenni ediyorum. 

29 Eylül 2013 Pazar

At the Edge of Monday

Maymun iştahlılığın şekil üzerinde gösterilmiş haliyim ben. Ya da şöyle diyelim: ben yetenek avcısıyım; üstelik kendi yeteneklerimin. Süper havalı oldu böyle, evet.
İşin özü şu aslında. Neye merak salmış olsam, neyle uzun zaman ilgilensem bende o alana dair bir ışık varmış gibi gerzek bir hisse kapılırım ve o alanda ihtisas fikirlerine dalarım. Tabi sonrasında “ay neye elimi atsam becericek gibiyim” tadında acıklı bir özgüven de promosyon olarak hissettiklerim arasında.
Dikiş dikmeye heveslendiğim bir -alt tarafı- yaz tatilinde, modacı, stilist falan olabileceğime dair düşüncelerim vardı. Tabi bu düşünce dediklerim akşamdan sabaha oluşan, öğlene doğru kendiliğinde unutulan şeyler oldu hep.
Başka bir seferinde resimle ilgileniyordum. Tablolar, mablolar. Haspam, iki ay sonra ilk kişisel sergim için yer düşünürken buldum kendimi.
Geçen yaz üst üste iki turta yapabildim diye hemen ev yapımı yemekçi olup “Bacının Yeri” adlı süper tatlı mekanımı açacaktım. Neyse ki iştahım o denli maymun da ertesi gün tüm kariyer planlarımı baştan sona değiştirebiliyorum.
En son merakım da aşırı dozda dizi izlememden kaynaklı gelişti. Dizinin konusunu, oyuncusunu bıraktım birkaç gündür kamera açılarına, çekimine, ışığına bilmem nesine bakar oldum. Yönetmen olacağım zahir. Şu sıralar dizi çekme fantezisi hasıl oldu.
Gülüyorsunuz ama eğer çekseydim müptelası olurdunuz. Çünkü çok güldürüklü bir dizi olurdu. Konusunu da tasarladım, adını da: At the Edge of Monday.
İş dünyasına şöyle ya da böyle atılmış ve pazartesi sendromu yaşayan her milletten insanın ortak dramını, sarkastik ve fantastik bir dille işleyen süpersonik bir dizi. Resmen tutardı be.
Ama şimdi, dinleyelim ve mis gibi bir uyku çekelim. Kim bilir, belki de yarın öğretmen olmaya karar veririz.

15 Eylül 2013 Pazar

geçmişin tozu

Çocukluğum ve ilk gençliğim boyunca yanlış insanları sevdiğim doğrudur. Yanlış insanları arkadaş kabul ettiğim, onlarla gereksiz anılar biriktirdiğim de.
Yıllarca ve yıllar sonra da, sanki bunlar benim şuncacık ömrümde iz bırakan en nadide parçalarmış gibi onlarda vazgeçemeyişim, hayatımdan silip atamayışım da bu yanlışlıktandır. Ancak bu zaafım, küçüklüğümden beri çakıl taşı, otobüs bileti, çikolata kağıdı vs. biriktirmemle muhakkak ilişkilidir. Zannederim psikolojik bir açıklaması vardır.
Herkes arkadaşları için fedakarlıklar yapmış, omzunda sümükle karışık gözyaşları biriktirmiştir ancak benim durumum daha hazindir. Bir koca lise çağım can arkadaşlarımı avutup dertleriyle dertlenmekle, geceler boyu düşünüp vahlamakla, ve hatta gün gelip onları cansiperane savunmakla geçmiştir. Ah ben ne has arkadaşımdır. Ne ergenimdir. Ne gerizekalıyımdır.
Halbuki bu kimseler, yıllar sonra deyimi yerindeyse (ki umrumda değil) palazlanmış, insana karışmış, ezkaza birey olmuşlardır. Zaman gönül bağlarında tahribat yaratır, bu doğaldır lakin bu kimseler -derdimi geçerim- iyi günlerde mutluluk bile paylaşamayacak kadar “mühim insan” olmuşlardır. Hatta bu kimselerden bir kısmı şimdi çok kabadırlar; götlerini topladığınız günler hiç yaşanmamış gibidir.
Şimdi efenim benim isyanım kimedir? Haşa. Kime olabilir ki? Geri dönüp bakınca kof arkadaşlıklarının açtığı bir koca delikten bakan benimdir.
Ruhları şad olsun arkadaşlıklarımın.

13 Eylül 2013 Cuma

Canımsın Kuş Uçuşu. Öteki mahallede anlattıklarımı gelip sana da söylemek istedim.

Şimdi benim “escapist” bir ruhum olduğu malum; sıkıya gelemeyen, rutin sevmeyen bir arkadaşınızım. Dolayısıyla şu anda size, bu kez Wisconsin değil ama Machu Picchu’da sesleniyor olmayı dilerdim. Hiç gitmedim ama gitsem çok beğenirdim. Yüksekleri seyreder, huzur bulurdum, uzaklaşırdım. Muhtemelen üşürdüm de. Nankörlüğüme sağlık ancak gına geldi sıcak havalardan.
Nişanımız oldu, bilenler bilir, güzel geçti; umutlarımızı sallanan bir kurdelanın ucuna bağladık; iyi şeyler diledik herkes için. Gözlemlerime dayanarak nişanlanmayı düşünen arkadaşlara naçizane şu tavsiyem olabilir: bir fotoğrafçıyla anlaşın ya da tek bir kamera bulundurun ortamda. Aksi halde bir fotoğraftaki altı kişinin altı farklı objektife baktığı, bu anı da yedinci bir kameranın görüntülediği akla zarar fotoğraflar elde edersiniz.
Fotoğraf konusunda çok kötüyüz, doyumsuzuz. Nişan, düğün, sünnet vb. organizasyonlarda fotoğraf çekmek artık “anları ölümsüzleştirmek” değil, “anları öldürmek” demek. Zira bu sayede gelin kızımız ve damat oğlumuz pek de bir şey anlamayabiliyorlar o geceden.
Şimdi de uzunca zaman yatan bünyem iki haftadır, “yoğun iş temposu”na ayak uydurmaya çalışıyor. Direniyorum. İçinde bulunduğum şey aslında bir yıla hazırlık aşaması ama ancak an gelip öyle yıldırıyor ki, haftaya yavrucanlar okula geldiklerinde ne halt edeceğimizi düşünmeden edemiyorum.
Pazartesi öğretmen oluyorum, sınıfları dolduruyorum. Hafta sonu yatın dinlenin. Hepinize bol fitaminli günler diliyorum.
Size bir de şarkı bırakıyorum, my dear colleague Gözde tiçır hatırlattı dün. Enerji olsun.



12 Ağustos 2013 Pazartesi

yeni yerimizde hizmetinizdeyiz

Hayatım çok yoğunlaşmaya başladı. Yaz tatili sürmekte ancak ben adetlerin, seremonilerin ve prosedürlerin içinde bir yumak olmuş akıp gitmekteyim; tatili pek idrak edemedim. Nişanlanmak üzere olduğumu belirtmiştim ve bu işler çok civcivli işler sevgili okur. İnciği cinciği hiç bitmiyor. Annem gibi detaycı ve mükemmeliyetçi bir hatunla birleşince, uzaklara kaçıp nikahı basıp eve dönesi geliyor insanın. Diyorum ama şu anda kafama taş yağabilir; zira Emine Hanım olmadan tek bir halt beceremezdim.

Sizlerle paylaşacağım başka bir husus var bugün sevgili okur.
Ben taşınıyorum.

Aslında tam taşınmıyorum da yazları başka bir blogda kışları başka bir blogda; yaylak kışlak uygulamasını başlatıyorum. Zamanla burada yayınladığım ve çok sevdiğim yazılarımdan orada da paylaşacağım. Ben ki çorap çekmecemle çamaşır çekmecemi bile birbirinden ayrı tutmayı beceremeyen bir insanım; orada yazılarımı farklı sekmelerde biriktireceğim. Böylece eski yazılarım -hepsi benim çocuğum gibiler- ve yeniler aynı anda izlenebilecek. 

Açıkçası yerimi epey yadırgıyorum, bir de Wolkswagen'i hatırlatan soğuk simgesinden hiç hoşlanmıyorum ama oranın da ayrı bir manzarası var şimdi, n'apalım.

Velhasıl yeni adresimiz :
http://kusucusu.wordpress.com/

Bundan kelli beni burada bulamazsanız, öteki eve beklerim. Her zaman beklerim.


25 Temmuz 2013 Perşembe

elimin hamuruyla

Kendim yaptım diye söylüyorum, cheesecake yaptım. Ama bir olmuş bir olmuş, aman diyeyim...

Son zamanlarda giderek zayıflayan mutfak kabiliyetim; en son geçenlerde katlettiğim puding, evet pudingten sonra, kendimi yetenekli hissedeceğim yeni şeyler aramama, bulamamama ve bunalıma girmeme sebep olmuştu.  Üzerimdeki "nişan" baskısıyla artık elimin kepçe tutması gerekliliği bilinçaltıma işlenmeye başlamıştı ve ben bu telkinlere iyiden iyiye teslim olmaya başlamıştım. Allah'ım n'apacaktım? Yiğidim yorgun argın işten geldiği vakit önüne bir tas çorba koyamayacak mıydım? Ağız tadıyla kaşıklayacağı tas tas has hoşaflar pişiremeyecek miydim? Her başarısız tecrübemde ileride (günlere katılacağım kadar ileride) muhtemel misafirlerime birer dilim ekmek yağlayıp servis etmeyi iyice kafaya koymuştum ki bugün o lanet kırıldı. Yeniden sahalara dönmüş olmanın haklı gururunu ve havasını yaşıyorum. Anam çok pis çiskek yapıyorum.

Yemelere doyamadığım bu tatlının gerçekçi bir tarifini bir türlü bulamamıştım; artık dün gözümü karartıp Elida'nın Aşk Çeşmesi adlı blogdan uyguladığım tarifi aldım.

18 Temmuz 2013 Perşembe

aklımda tuttuklarım

Geçen ramazan ifrit olduğum davulcunun marifetlerini anlattığım ve evimizin biçare krokisini çizdiğim yazımı yazdığım anı bile hatırladığıma göre, zaman çok acayip bir hızda geçiyor. Ve geçen yazdan beri davul da aynı tokmak da. Davulcu da. Ama yine de hayatımdaki aksiyonlar o biçim. 

Çok yanlış bir otel seçimiyle, otel kısmında çuvallayan Çeşme tatilim, sürpriz bir evlenme teklifiyle direkten döndü! Ya, ummuyordunuz değil mi? Ben de.

Sevdiceğim pek çetrefilli yollardan geçmiş, üşenmememiş hazırlanmış. İzmir'in bağrında oturduk tatlı tatlı. Evet dedim gitti. 
Öncesinde sebeb-i ziyaretlerini de alıp geldiler tabi; istediler. "İstenen" kişi olmanın ruhuma hissettirdikleri çok ilginçti ancak "verilen" kişi olmanın yaşattıklarını tarif bile edemem. Babacığım nereye kadar kanırtabilir; gençler konuşmuş anlaşmış. (Bu arada, sevgili demeye ar eden naif insanların yaşadığı bazı yerlerde sevgiliye, görüştüğü kişi, istediği kişi yanı sıra konuştuğu kişi de deniyormuş.)  

-Konuştuğun biri var mı?
-Nası yani?

Neyse uzatmayayım. Babam da konuştuğum çocuğa maksimum üç saat direnebildi. Sonra beni verdi. Ağlayacak gibi oldum o sıra. Neredeyse verme, vazgeçtim demek istedim.

Sonra hemen moda girdim tabi. Gelin damat makyaj moda nişan bohça yüzük ot sap sitelerini gezer oldum. Bağyan oldum ayol bağyan oldum! Ağustos'ta nişanlanıyorum. Annemle çok güzel lavanta keseleri tasarladık ve yetinmedik, hazırladık. Havlularımızı süsledik. Telif hakları annemde, henüz paylaşamıyorum. Yavaş yavaş detayları öğrenmeye başlıyorum. Öğrendikçe Onur'u bunaltıyorum. Nişana kadar vazgeçmese bari. 

İzdivaç mevzusu uzun, anlatır dururuz. 
Hep derim, çok iyi ablayımdır ben diye. Herkes kardeşini en fazla dersaneye götürmüştür bugüne kadar; ama ben tersaneye götürdüm. Evet.

Kerem gemi inşaa mihendisi olacak; bu yaz stajı var İzmit'te. Beynime sıcak mı geçti, can yoldaşı mı olayım dedim kırk dakikalık yola, niye öyle br karar aldım bilmiyorum ama takıldım peşine ben de gittim. Gitmeyin. Gemiye binin ama tersaneye gitmeyin. Hele öğlen kaynağında hiç önermiyorum.

Çeyizimin en nadide parçalarının puzzle tablolarım olduğunu söylemeliyim. Marjinal gelin. Yerseniz.
Şimdi de başka bir tanesi üzerindeyim, beynimi akıta akıta puzzle yapıyorum. Zevkle!


Bu da fotoğrafı. Instagramım yok diye çok hayıflanır oldum. fotoğraflarım hep böyle ezik ezik. Halbuki instagram olunca, grup fotoğraflarımızda iki sandalye bi masa kafeler birdenbire Paris kafelerine dönüşüveriyor, basma pazenden elbiseler oluveriyor sana Coco Chanel. Her bir kare öyle asil, öyle çekici. Bende teknoloji şimdilik bukaa, idare ediverin gari.

Arada hala mutfağa girdiğim oluyor ama Ramazan'da açlıkla tetiklenen depresyona neden oluyor bende mutfak. Yeni keşiflerimi de bir ara paylaşırım.

Atladığım şeyler var muhtemelen. Zamanla aydınlanma yaşarım, yine dönerim.





20 Mayıs 2013 Pazartesi

geçerken uğradım

"Sonuçta neyin ne olduğu ortada." dedi. İşte, her şey öyle açıktı ki..

Kuş uçuşu bir yerlere bakmayalı hayatımdan pek çok boş diyalog, karşılıksız kalan kafa selamları, samimiyetsiz gülümseyişler, dolu kucaklaşmalar, geri zekalı çocuklar, mizah sever insanlar, salakça sorular geçti. Aynı zamanda hayatımda bolca gelişmeler de oldu. Ancak bir selam çakıp kaçacak kadar vakim olmasa, şimdi pek güzel döşenirdim lakin işim gücüm var. 

Gelip her şeyin yolunda olduğunu, spora devam ettiğimi ve yakında tatile çıkacağımı, hatta çıkmakla kalmayıp tatile gideceğimi söylemek istedim. "Sevgili günlük", bu yaz çok eğleneceğiz. 

Geçen yazki gibi sarmalar, turtalar, araba sürme çabaları, bağyan günleri yanı sıra dişe dokunur faaliyetlerde bulunacağız. Sevgiler.

Öpçük.

2 Mayıs 2013 Perşembe

her neyse


Redd'in tozunu alıyorum...



"....Sen kaçtın ben kelime bulup seni tutamadım..."

25 Nisan 2013 Perşembe

acıkınca kafan Eminos'a gider

Evden uzakta üniversite okuyan arkadaşlar bilirler ki anneler akla ziyan kombinasyonlarla valiz hazırlarlar. Ben öğrenciyken annem de tıka basa dolmuş, fermuarı gerilmiş valizin dolduğuna ikna olmaz, boşluklara şeker tıkıp valizi hacimce doldurur, rahatlardı. Bu gelenek bozulmadı, şimdi de el birlik olduk, kardeşim Kerem'i hayattan soğutuyoruz.

Emine hanım benim annem. Ayrıca çok hamarat bi hanım, o mutfağa girince dur yapma rejimdeyim etme yemem pişirme denmiyor.


Yanında yatmayıp yenilesi Pizza. 

Evde müthiş pizzalar da yapıyor, Kerem giderken yanına koyuyoruz. Bugün de "tok tutsun" diyerekten bir pizza yapmış; resmen Vakfıkebir pizzası. İtalyan ağlatan pizza, hamur nah bu kadar. Ha malzemeden çalmak bi yana, üç beş kat döşer, o ayrı.





Neyse ben bunları bir yeriniz şişsin diye paylaşmıyorum netçede. İsteyene tarif veririz, n'olcak.

A bu arada, ben rejim yapmaya çalışıyorum, hadi gülün. Boğazdan kesemediğimi acı tecrübelerle fark edince kendimi yine spor salonlarına vurdum. Evet, buna da gülün, bekliyorum devam edicem.

Efendim, -iki gündür- çok istikrarlı şekilde sporumu yapıyorum. Etimden et çekiliyor ama yılmıyorum. Birkaç ay devam etme konusunda kararlıyım. Ancak bugün bir abla gördüm, bu kararım resmen azme dönüştü. 

Denişik bir bisiklet var salonda, çevirmesi hayli zorlu. Ben uyuz uyuz bantımda salınırken bu bisiklete bir kız bindi. Başladı haldır haldır çevirmeye, hoppidi hoppidi zıplıyor. Kulağında kulaklık, derken açtı kitabını. Allllaaaağh! dedim. İndirin beni. Fırtınaya tutulmuş gibi sarsılırken bir yandan bu ne kıraat aşkı, pes dedim. Bir iki dakika böyle devam etti bu; bisikletle karışık kitaba hörk! diye kusacak diye bekledim. Sonuçta o da o şekilde olmayacağını anladı ve bu tarza bir son verdi. 

Kitap okuyan adamı pek severim; yanında taşıyanı, ona fırsat yaratanı da. Ancak bu kadar eğreti bir pozisyona tanık olmamıştım. Ablaya alkış...

Not: Çok açım be. Tantuni olsa da yesek, yağına da bansak, sosuna da. Öf.






14 Nisan 2013 Pazar

parlak(!) fikrim var

Ben neden yazmadım ne vakittir biliyor musun? Sıradanlıktan. Vallahi. Yoğunluktan, işten güçten bilmem ne dedim de kendimi yemeye çalıştım. Olay açıktı: hayatım sıradan. 

Ev hayatımda bir hareket yok hadi tamam; emekli baba, ev hanımı anne ve 'hocanım' üçgeninde, ikindi çayları ve pazar kahvaltılarından öte çok fazla bir şey istemiyoruz hayattan; ancak keşke sokaklarda, şu şehirde bir canlılık olsa diyorum bazen. 

Canlılık derken, sokaklarda çıplakmışcasına alışveriş yapan çılgın kalabalıktan bahsetmiyorum. Anketör gençler bile yok burada. Eylem yapan yok, bir şey tanıtan yok, saat soran, yol soran yok, turist yok, cool gençler yok, eşantiyon dağıtan yok, sokak satıcısı yok. Ancak -rastlarsan- iki üç İngilizce kursu ya da sir ağda salonu el ilanı dağıtan hödük... 

Son aylarda canımı çok pis sıkan bir şey var: Artık hayattan soğumadan bir çift çorap bile alamıyorum. Mağazalar hep dolu, kasalar hep kuyruk. Herkesin her şeye her zaman ihtiyacı olmasından yoruldum!

Ödüm patlıyor bazen, bir pantolona uygun gömleğim olmayacak da çıkıp almak zorunda kalacağım diye. En kısa nereden dönerim, en yüksek olasılıkla nerede bulurum gibi düşüncelerle, sırf dolaşmak eziyetinden kaçınmak için ilk bulduğumu aldığım oluyor. Ben de alışverişe çıkmak, deneyip çıkarmak, fermuar yarı açık halde kabin beklememek istiyorum. Kahretsin ki her sefer bir eziyet oluyor.

Ayrıca şişman kadınların tayt giymesinden, leopar takıntısından, herkesin eye-liner çekmesinden bıktım. Kazık sokmak moda olsa sokacak insanlarla yaşamaktan, sohbetlerinden yoruluyorum. Başka şehirlerde durum ne bilmiyorum ama bu şehrin insanı ya görgüsüz, ya sonradan görme; kimse "alışveriş bir ihtiyaç" geyiği yapmasın.

Keşke şehirde manyaklıklar olsa... (Gerçi ben çocukken de böyle sürekli şikayet etmiştim; burası çok sıkıcı ot bok diye de sonra deprem olmuştu, manyaklığın kralını görmüştük böylece. Hayırlısı.)

Mesela bir proje yapılsa, sosyal farkındalık şeysi, ne dersen artık...

Ben böyle bir projede olsam, bir mağazanın vitrinindeki tüm mankenleri soyar, sadece şeylerine koca birer incir yaprağı takar, kenarlarına da markalarını asardım. Delirdik!, İndiriyoruz! gibi yazılar da yazardım belki vitrine.

Giyinmek; yani böylesine detaylı, civcivli, zorlu, kurallı, sidik yarıştırmalı şekilde giyinmek bu kadar önemli bir şey mi? İncir yaprağı  harika bir reklam filmi fikri olmaz mıydı? Vitrinimi görseniz bir saniyeliğine elinizdeki çantalara bakıp gülmez miydiniz? Art arda dizi izlemekten morona bağlamışken, o anda giren reklam kuşağında bu reklamı izleseniz mesajı hemen almaz mıydınız? Ya da ben şu an yaratıcılığı gerzeklikle çok fena karıştırıyorum. Biliyorum gençler boşa konuştum. Kapitalizm, düzen, ihtiyaç filan... Orrayt.


O değil de, ne güzel şeyler oluyor lan hayatta... Ama şakacıktan. Yani gerçekte niye olmuyor ki? Kimse komiklik yapmıyor, şakadan anlamıyor, yapmıyor da; değişik bir şey denemiyor...İncir yaprağı kadar olmasa da şu reklam örneğin; ne güzel fikirler veriyor adama.





23 Mart 2013 Cumartesi

yol hikayesi böyle olur

Çeşitli nedenlerle yaşamakla koma arasındaki ince çizgide kaybolan K.E (24) geçtiğimiz hafta sonu yol kenarında mutlu bulundu. Olayları kronolojik olarak aktaracak olursak, benimle kısa bir tura çıkmanız gerekecek:



Buraya nasıl gelinmişti?

Uzunca zamandır hafta sonları da iş ya da işle ilgili mevzularla ilgilenen; kendine ayırdığı zaman wc'de geçirdiği zamanla kısıtlı olan ve bu sayede kronik kabızlık problemiyle barışan genç kadın, nihayet kafasını kaldırabilecek zamanı yakaladığında kendini İstanbul otobüsünde buldu.

Harem'e giden otobüs şoförleri (aslında bir tanesi) metrobüs durağında yolcu indirme fikriyle dehşete kapılıyor, küplere biniyordu. Ve genç kadın her defasında o bir tane adamın seferine bilet almayı başarıyordu. Aylar sonra ilk kez arıza çıkartmadan yolcuyu metrobüs durağında indirebilecek bir şoföre rastlanmıştı. 

Ancak bir süre sonra gelen muavinle umutlar söndü. Otobüsün yolda duramama gerekçesi akıllara zarardı. Otobüsün debriyajı bozulmuştu... Bakınız, radyo, silecek, far filan değil; debriyaj! 

Tüm yolcular yolun kalan kısmını ya trafik sıkışır da E5'in orta yerinde bok gibi kalakalırsak korkusuyla; Allahım nolur takip mesafemiz kısalmasın da durma tehlikesi yaşamayalım diye dua ederek geçirdiler. Harem'e gelindiğinde tablo korkunçtu: otobüsün muhtelif alarmları çalıyordu. En güzeli, bagaj kapıları kilitlenmişti. Otobüs yolculara direniyor, kapılarını açıp insanların bagajlarını vermiyordu bir türlü. Tansiyonlar yükseliyor, trajikomik sahneler yaşanıyordu.



Genç kadın nasıl sıyırmıştı?

Mühim bir organizasyon üzere giyinip süslenen genç kadın kuaförden çıktığında tablo giderek rezilleşti. Tüm hafta kıçımızda boza pişiren hava kara tipiye dönmeye başladı. Fönlü saçları önce kökten uca havalandı, sonra sağa sola dağıldı. Öyle ki, fönden önceki hali çok daha iyiydi. Gaspa uğramış da darp edilmiş gibi bir hal aldı canım saçlar. Tutam tutam, yolum yolum... Şemsiye dönüp de bir tarafa kaçmadan önce genç kadın kendini toplu taşımanın güvenli kollarına atabildi.

Tam da kafamda bardak kırıcam artık Allah'ım! noktasına yaklaşmışken, son gol yine doğa anadan geldi. Genç kadın, yanlarından 'hunharca' geçen A6'nın sıçrattığı suyla yıkanan sevgili arkadaşını boş ve yılgın bakışlarla izledi. 

Daha ne olsundu? Murphy kanunları kimin yakasını bırakmıştı ki? Hayat zordu, chaostu (keyos). Zaten mahallede oynayan çocuklar da kızcağıza "kadın" diye hitap ediyorlardı.  Volkan! şutu çekme lan kadın geçsin bi... Gece, gerilmiş kasları yumuşatıp normal mimikler yapma çabasıyla geçti, ele güne daha fazla rezil olunmadan gün bitti.

Dönüş yolunda her şey güzel başladı. Adapazarı terminalinden servise bindiğinde, nasıl oldu da bi bok olmadan bu servise binebildi diye şaşkınlık içindeydi; anlamsızca gülüyordu. Yanındaki sarı lüleli güzel çocuk annesinin bacakları arasında dikiliyordu; bakıştılar, gülümsediler, ve çocuk hörrk! diye kadının sırt çantasının üzerine kustu. Dizinin üzerine sıçrayan yenmiş lakin sindirilememiş yeşil şeylere baktı kaldı kadın... O küçük güzellik abidesi kız içine şeytan kaçmış gibi sarsılarak kusmaya devam etti, hole. Güzellik ve iğrençliğin böylesi sentezine ne vakittir tanık olmamış, bu kadar şapa oturmamıştı. Sessizce  dizini ve çantasını temizlemeye koyuldu. Hani bazı şeyler "yalama" olur ya, bu yolculuk yalama olmuştu.

Dönüşte karmakarışık bir haftayla kucaklaştı genç kadın. Çevre projesi kapsamında şehrimize ve dahi okulumuza teşrif eden yabancı uyruklu 18 arkadaşla mağcera dolu  bir hafta geçti, geçiyor. Bu mağceralardan bilahare söz ederim. Şimdi gidip önümüzdeki haftaki toplantılara manen hazırlanmam gerekiyor. 

Her şeye rağmen hafta sonu candır. Bir de ben geçen aylarda doğan kuzenimin bebesiyle ve yandan teyze olmanın mutluluğuyla gülümsüyorum.

May God be with me. Amen. Hadi bakalım.




9 Mart 2013 Cumartesi

sarı lira

‘Yaşamak değil, beni bu telaş öldürecek’ 
Dediği gibi şairin ; 
O telaşla bırakın Paris yolunda ılık rüzgarla taramayı saçlarınızı 
Sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemezdik biz... 
Gözümüz saatte söyleştik hep, 
Koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık. 
Hep yetişilecek bir yerler vardı, aranacak adamlar, yapacak işler... 
Bir sonraki günün telaşı, bir öncekinin tersine bulaştı 
Başkalarının hayatı, bizimkini aştı.
Kör karanlıkta çalar saat sesi yerine ; 
Kuşluk vakti, kızarmış ekmek kokusu 
Veya yavuklu busesiyle uyanma düşlerini ha babam erteledik. 
20’li yaşlardayken 30’lara kurduk saatin alarmını 
30’larımızda 40’lara, belki sonra 50’lere... 
Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat, 
Kuşlukta uyanma fırsatı sunduğunda size, 
Artık uyku girmez oluyor gözlerinize... 
Doyasıya söyleşmek, telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda, 
Söyleşecek, sevişecek kimsecikler kalmıyor yanınızda... 
Özenle sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz; 
Vakit gelip sandıktan çıkardığınızda, bir de bakıyorsunuz ki, 
Tedavülden kalkmış. 

Orhan Veli Kanık

Bir sevgilinin size verebileceği pek çok hediyeden daha güzeldir satırlar; üstelik gerçeklerse. Görürsünüz ki sizin gerçekleriniz, çoğu zaman gözünüzü korkutan gerçekleriniz, paylaşılıyor. Her şey basitleşiyor o an. Hayat güzelleşiyor. Aksilikler törpüleniyor, yumuşuyorsunuz. Onun hayatınızda olması, sizi dik tutan, tutunduran şeylerden. Teşekkür ediyorsunuz, önce içinizden, sonra bağıra bağıra. 


24 Şubat 2013 Pazar








Bu kadar. Başka bir şey yok.

Cümleler kurdum, sonra hepsini sildim. Çok iyi ya da çok kötü oldukları için değil, çok gerçektiler sadece. Şu anda görmek istemediğim kadar gerçek. Şu anda fark etmeye dayanamadığım kadar gerçek. Kaçıyorum ve kaçınıyorum.

Ve kahretsin ki özlediğim hepi topu az insan, benden çok uzakta yaşıyorlar.



17 Şubat 2013 Pazar

Lepiska'nın feryadı

Zaten toplasan iki tel saçım var. Bu iki tel saçın üzerinde dönen kuaförden kuaföre bok atma yarışmalarına daha fazla dayanamayacağım. Her seferinde neyin tafrası bu? Neyin çekişmesi?

Olay şöyle gerçekleşiyor:
Benim ne toka ne tarak ne maşa tutar cinsten dümdüz saçlarım var. Ben de bunları uzatmıyorum, uzayınca ikinci bir deri gibi kafama yapışıyorlar, hacim ahenk hak getire... Bir kere bile saçımı atarsız gidersiz kesebilen bir kuaför çıkmadı karşıma, çıkmayacak. Farkındayım, üzerine konuşulacak/yazılacak saçlarım yok gibi duruyor ama inanın var. Size içimi dökmek istiyorum artık. 

Sıklıkla şehir değiştirdiğim için şimdiye kadar sabit bir kuaförüm olmadı benim. Hani o koltuğa oturup da "her zamankinden" denebilen, çay söylenip laubali olunabilen, sevgiliniz hakkındaki detayları bilen ve size "abla" diye hitap edebilen bir kuaför... 

Ben hep doktora gidermiş gibi gerilerek gittim kuaföre. Her kuaför eline makası alıp tepemde birkaç kez şak şakladıktan sonra, istisnasız, tek kaşını kaldırıp alaycı bir ifade takındı ve "saçınızı nerede kestirdiniz?" diye sordu. O anda avuçlarım terlemeye başlıyordu, omuzlarımdan dizlerime uzanan o kaygan örtünün altında küçülmeye başlıyordum. ...Ben "ee, şey..." diye kekelerken hepsi bir önceki kuaföre saydırmaya başlıyordu. Ama çok inceltmiş uçları, bakın, illaki kıvrılacak...cık cıklamalar... Nasıl kesmişler sizin saçınızı böyle, iki taraf eşit değil.... cık cıklamalar... Hiç de böyle kat kesimi görmedim, bakın. Enseye ayna tutmalar....
Yemin ederim kuaför karşısında ezilip büzülmekten, hep bir öncekinin ezikliğini yaşamaktan usandım. Zarafetimiz çoğu zaman kuaför rötuşundan soruluyor olabilir ama böyle kaprisli başka meslek grubu görmedim ben. 

Neden bana çektiriyorlar bunu? Ben iş bilsem kendim kesmez miydim saçlarımı? Keserdim... Sizin sinirinizi bozar mıydım hiç iki tel saçımla gelip? Ne olur yüklenmeyin bana artık. Kendi mesleki çekişmelerinizi doya doya yaşayıp kendinizi tatmin edebileceğiniz mecralar bulun. Ne bileyim yarışmalar düzenleyin. Kat öyle değil böyle kesilir, aaallll! tadında kapışın.  Artık bırakın beni, dayanamayıp birinize ustura makasıyla giricem yoksa bir gün. 

Bu da benden şimdiye kadar canımı sıkmış tüm kuaförlere gelsin:


Hadi bi dahaki kesimde görüşürüz.




7 Şubat 2013 Perşembe

fusion impossible


Geçen gün Törkiş Kuzine anlayışımı/bilgimi geliştirmeye karar verdim. Milli gururumuz kuru fasulye, barbunya ve olimpiyatlarına katılabileceğimiz tereyağlı pilavdan bıkkınlık gelmiş, yeni arayışlara girmiştim. Usul usul uzandığım bilgisayarımdan sakince birkaç başlık googleladım. Yaşadığım konfüzyonu tahmin edemezsiniz! 




Jülyen, marine, al dente benzeri iki üç terim dışında teknik bilgim zaten yoktu fakat ben mutfaktan, o kültürden, o muhabbetten çok uzak kalmışım. Füzyon mutfak diye bir ekol almış yürümüş. Bir vakitler adını duyup geçtiğim olay artık yerleşik bir kültür olmuş. Tarhanasına ekmek doğrayıp soğanı tuza banan kesim hala bir adım ilerleyemezken, millet, post-modern mutfağın suyuna banıp füzyonların dibini sıyırıyormuş.

İnternette Füzyon Mutfak ve Biz temalı pek çok yazıya ulaşabilirsiniz. Ben ulaştım. Ancak merak ettiğim, fütursuzca araya sadece bir "ve" konularak paketlenmiş bu tanımda, "füzyon mutfak" ve "biz" arasındaki uzaklık ... Tabi "biz" derken kastedilen topluluk/zümre'nin de kim olduğu önemli. Şahsen bu biz'in beni kastettiğini zannetmiyorum. Bu pilavüstükuru düşünce yapımla bu füzyona entegre olabilmem söz konusu değil. 

Sokakta oynarken kemirilen yağlı ekmeklerden, Dimyat rizottosu yatağında zeytinle marine edilmiş Meksika fasulyesine ne ara geldik biz? Bak bak, şu coğrafi yelpazenin genişliğine bak bir kere... 

Gurme dergilerinde çıkacak makalemin muhtemel başlığı şu olurdu:

Dimyat'tan Meksika'ya: Fasulye'nin Serüveni.

Ya da, Hele şu fasulyenin çektiğine bakın...



24 Ocak 2013 Perşembe

presemester

Sömestr...sömestre.. söm...ya da her neyse. Hangi dilde/versiyonda yazılırsa yazılsın her şekilde tınısı beni rahatsız eden ama içeriğine pek bir bayıldığım olay. Yarın itibariyle başlamakta. Ta tam!

Öyle demeyin, çok yoruldum. Bazı günler okulda deli danalar gibi koşturduğum oldu; yoğunluktan tuvalete gidemediğim günler filan. Bir yandan verdiğimiz psikolojik savaş ayrı bir yorgunluk. Devamlı zapt edilmeye, hale yola sokulmaya çalışılan bir zıpır ordusunun yüzbaşılarından biri olarak tatil benimdir, benim olacak.

İçerik olarak yine menzili dar bir süreç beni beklemekte. Siz zaten alışkınsınız benim bu uçlarda gezen marjinal tarzıma(!). Kah Singapur'dan kah Adapazarı'ndan, Kah Atina'dan kah Merzifon'dan buluştum sizlerle... Bu sömestırda da her an doğuracak kuzenimin bebişini mıncırmaya Bursa'ya gidebilirim; gitmişken ulu dağlara çıkıp Heidi gibi salınacağım bayırlardan aşağı. Merak edenler için, planlarım arasında tosur tosur uyumak elbette var ama zaten bu fix. Bu arada Puket'e Viyana'ya filan giden bir takım zümredaşlarım var ki kendilerine kıl olmamak elde değil. İnsanların yaşam sevinci var anacım, ölmemişler. Saide kankam da bana mükemmel bir Paris teklifiyle gelmişti ama şartlarım el vermedi. Değil Paris, Merzifon bile gülmedi bana bu somestır.

Bunun dışında vuhuuu! denebilecek bir takım gelişmeler de olabilir. Onları, gelişirse paylaşacağım. Evet.

Bizim okulda İngilizce Bölümü çapında bir heves başlattığımız "kitap kulübü" temalı cool çalışma, işler güçler yüzünden azıcık sekteye uğradı. En son Puslu Kıtalar Atlası'nı bitirdik ki film koptu. Şu ara herkes özgür takılıyor. İkinci dönemle beraber yeni bir dalga başlatacağız. 


Ancak ben bu sırada başka bir kitaba başladım. üniversiteye kadar düzenli olarak gittiğim sahafa uğradım ve ikinci ellerin arasından buldum çıkardım: Divan. Irvin Yalom. En sevdiğim şey yine oldu ve kitabı içinden notlar çıktı! Mesela bu:






Açıkçası bu asi kızın doğum günü hediyesinin sahaf raflarında ne işi var diye merak ettim. Ben Sayın Girgin'in yerinde olsam da milyonda bir ihtimal internette şu sayfaya rastlasam... vallahi çok içerlerdim asi kız. 
Aradan 12 koca yıl geçmiş. Hala hayattaysan, şu temenniden ve çocukluğundan geriye ne kaldı acaba?

Sömestir öncesi notlarımı paylaştım, sömestire boyunca görüşmek üzere.

Öpçük.

8 Ocak 2013 Salı

ta-daaa!

Kına yaktığım yerlerimin kamuya açılması toplumsal açıdan ayıp olmasaydı, gösterirdim! 

An itibariyle gelen kar tatili haberiyle yüzümde güller açmış bulunmakta. Biraz da utanmıyor değilim hani. Çok Türk'üm ya, milli karakteristiğimiz üzerine yapılan tüm klişe tasvirlere uyuyorum. Utanıyorum ama çok mutluyum be! Bir gün olsun benim olsun. Taşkınlık tadında bir coşku var üzerimde.

Öğrenciyken böyle delirmezdik kar tatili haberine; sinemaya kafeye kaçmak caddelerde sürtmek için bir fırsattan ibaretti o zamanlar kar tatilleri. Ama artık anlamı daha farklı; daha basit, daha yalın.... Uyuyacağım. Bunun için bile ağlamaklı oluyorum sevinçten...

Okulda bölümce evrene gönderdiğimiz pozitif enerjiler sonuç mu verdi, mevsimin doğal neticesi mi bilemem. Kış güzeldir, kar romantik, sahlep sıcak, tatil can...


5 Ocak 2013 Cumartesi

mücbir sebeplerden ötürü yazamadıydım

Yeni yıla girdik, artık daha fazla girmemiş gibi yapamayacağımı anladım; geldim.

Yine işlevselleştiremediğim çok havalı kelimeler, terimler ve sorularla iç içeyim. Kah Kambiyo ile ekonominin nabzını tutuyor, kah Muhasebe ile kerrat cetvelinin tozunu attırıyorum. Açık öğretim sınavlarım geldi. Onlar gelince de evde yokmuşum gibi davranamadım. Yarın sınavım olduğuna göre, bugün çalışıyorum. Görüldüğü gibi işin matematiğini de hemen kapmışım.

Değişik bağlantılar var bu ekonomi dünyasında. Adam malı alıyor, parası çıkışmıyor, mal verenin şeysine bi kağıt parçası veriyor, değerlisinden. Sonra mal verenin şeysi de çulsuz çıkmasın mı?! O da başka bi delik tıkamak için alıyor kağıdı başka birine kakalıyor. (Bu -ben çözebildiğime göre- en basit ilişki. Daha çetrefilleri de var ama tam şeyapamadım.) Bir de olay böyle halk diline ve ben gibi basit dimağların eline düşmesin diyerekten ciro, ciranta, rambursman gibi terimler üretmişler. Hani anlamayalım da bir şey sanalım kabilinden. E çekiyoruz sineye. 

N'aptınız bakalım noelden beri? 
Her yılki geleneksel "noel bize özgü mü? hıristiyan adetlerini uygulamak doğru mu? çam süslenmeli mi, hindi yenmemeli mi?" münazara yarışması netçesinde Noel'in 31 aralıkta olmadığını bir kez daha öğrenip şaşırdık; çok şükür. Yine yiyen yedi, içen içti, yeni yıl girdi, kavga bitti.

Ne biçim eğlenen insanlar,
"eğlenemezse ölecek hastalığına tutulanlar",
eğlenmenin boyutlarını zorlayıp eğlenme kavramının kendisini sorgulatanlar olmuştur çevrenizde. Ama benim gibi kırsal temalı, ortalama yaş ortalaması yüksek ve hayat sevinci düşük bir mahallede yaşıyorsanız, yeni yıl da sizin için bir sorun olmaktan çıkıyor neyse ki. 

2012'ye aza coşa girdik de n'oldu İstanbullar'da? Hım? Bu müthiş bilimsel tezime dayanarak evde, picama terlik su torbası refakatinde karşıladım yeni yılı. Bakalım bu yıl n'olcak? Heyecan, pötikare pijamam ve blogumla bekliyorum.