15 Kasım 2011 Salı

Geçenlerde Singapur'daydım ben de...

Hep söylerim, insanoğlu kuş misali diye. Bu yazımda sizlere, bayram öncesinde ve süresince yaptığım Singapur gezmesinden bahsetmek istiyorum. “Patron”um, ailesi ve ben bir iş seyahatine çıktık. Beraber iş yaptığımız Bangladeşli bir iş adamıyla hem toplantılar yaptık, hem aileler kaynaştı, pek mutlu oldular, canım… Sen n’apıyodun bu tatil tablosunda diye soracak olursanız, ben başta çevirmen-asistan vasıflarıyla katıldım bu seyahate. Görev tanımımın check-in check-out işlemleri, tur rehberlerinin çevirmenliği, hatta çarşı pazarda çatır çatır pazarlık yapmaya kadar genişlediği zamanlar oldu. Çok farklı kültürler, iklim ve insanlar gördüm. Yorucu ve stresli kısımlarla tamamen şahsi bölümlerimi müsaadenizle kendime saklayarak, sizi biraz Singapur’a götüreyim.
(Bu fotoğraf internetten araktır, ben becerip de böyle bir tane çekemedim)

Türk Havayolları ile yaklaşık 11 saat kadar kesintisiz ve neyse ki tutulmasız bir uçuştan sonra Singapur’dayız. 4 Kasım, saat öğleden sonra 4, aramızda 6 saat fark var. Hava öyle nemli ki, bir anda göğüs kafesim ağırlaştı. Bu duyguyu birkaç sene önce, ev arkadaşım Zekiye’yle İskenderun’a indiğimde yaşamıştım. Havadaki ağırlık ve yapışkanlık…

Seyahatimizin her dakikası dolu dolu geçti. Singapur'un en ünlü, alışveriş caddesi olan Mandarin Road üzerindeki Mandarin Orchard otelde kaldık. Bu açıdan keyfimize diyecek yoktu doğrusu. Akşam üstü vardık, yerleştik, cadde turuna çıktık. Acayip bir kalabalık vardı sokaklarda, öğrendik ki orada da cuma akşamları civcivli oluyormuş. Restoranlar pek acayip, hepsinin girişinde “please wait to be seated” levhaları. Nasıl yani? Çatır çatır otururum cam kenarına... Orada öyle değil, her şey son derece tertipli, tertemiz, düzenli, kurallı...Sakız satılmıyor marketlerde, en büyüklerinde bile.  Sakız çiğnemek yasalarına göre suçmuş, ve altındaki temel mantık, kaldırımlarda bizde olduğu gibi gri, yamyassı, milyonlarca kez üstünden geçilerek taşın bünyesine katılmış sakız lekelerinden oluşmasını önlemek. Sakızı eczanelerde belli gramajlarda bulabiliyorsunuz. Yasak dediler ya, insanın çiğneyesi geliyor. Türkiye'den stoklayıp gitmiştim ben de, çiğnedik gitti, edebimizle tabi, belli etmedik renklerimizi öyle hemen.

Singapur bir şehir devlet ve aynı zamanda bir ada ülkesi. Halkının çoğunu Çinliler ve Hintliler oluşturuyor. 1963'ten beri özgür, cumhuriyetle yönetiliyor. O güne kadar Britanya sömürgesiymiş. Sir Thomas Stamford Raffles Singapur'un kurucusu sayılıyor. Aslan figürü ülkenin sembolü, aynı zamanda Raffles'ı da simgeliyor. Raffles adında pek çok cadde ve bir de güzel bir otelleri var. İngiliz’in girdiği yerde n'olur? Trafik sağdan akar, her şey sistemlidir, İngilizce bilinir, parlamentosundan ticaretine İngiliz izleri görülür. Aynen de böyle işte. Yer altı-üstü bir zenginliği yok. İkinci gün çıktığımız şehir turunda rehberimiz dedi ki, Singapur kurulduğu andan itibaren eğitime adamış kendini, tüm yurttaşları eğitmeye ve ülkeyi endüstriye yöneltmeye çalışmışlar canla başla. Canla başlayı ciddiye alın bence. Adamlar Çinli, hakikaten karınca gibiler, her yerde iyi çalışıyorlar. Devlet endüstrileşmeyi teşvik etmiş, yurtdışından “beyinler”e çok önem vermişler. Hala da okuyan, akademik kesim konusunda çok hassaslarmış. Nitekim Singapur dünyanın en büyük limanlarından biri olmuş bugün, her gün tonlarca gemiye, tankere liman oluyor. Finansal anlamda Singapur Asya'nın İsviçresi imiş. Bu benzetmeyi o civarda herkes bilirmiş. Dünyanın her yerinden iş adamları paralarını Singapur bankalarına yatırırlarmış, yasaya göre başka hiçbir devlet ne suretle olursa olsun buradaki bir hesabın dökümünü, girdisini çıktısını asla öğrenemezmiş. İnsanları açısından bakarsak herkes çok görgülü, sakin ve eğitimli oldukları çok belli. Bir kez olsun korna sesi işitmediğimiz gibi, bağırarak konuşan, asık suratlı ya da alelacele milleti çiğneyerek koşturan insanlar da görmedik. 

Ekvatorun havasından da olsa gerek, adamlar yavaşlar. Havası ayrı tabi de mali durum da var bir de bu müreffeh kardeşlerimizin gülen suratlarının altında. Singapur deli gibi pahalıydı. En vasat markalar Harvey Nichols, Zara filan. Her yer Prada, Gucci gibi, yine orta direklere hitaben açılmış küçük esnaf dükkanları işte(!). Gördüm ki “Devil Wears Prada” boş laf değil efendim. Ben ki, demişimdir, modadan anlamam, paralar dökmem...Olsaydı cebimde birkaç bincik dolarım, saniye düşünmezdim o ayakkabılardan bir tane alabilmek için. İnsan nefsi işte, istiyor, geçelim.

İlk gün şehir turundan sonra Jurong Kuş Parkı’na gittik. Biraz uygarlaştırılmış bir cangılda envai çeşit kuş. Görsel olarak her şey çok güzeldi. Devasa bitkiler, karmaşık upuzun otlarla beraber film setlerini andırıyordu biraz. Tek sıkıntımız hava oldu. Park içindeki trenle etrafı yukarıdan seyretme, dallardaki yuvalara yakından bakma şansımız oldu.

Aynı akşam iş ortağımız ve ailesiyle ilk buluşmamız yaşandı. Bir Meksika restoranında görüştük. Ben konumum gereği devamlı olarak konuşmak zorunda kaldığımdan nefis Nacho'dan ve Türkiye'de yediklerimizden katbekat lezzetli Fajita'dan çok az yiyebildim. Sinir oldum. Evet bu benim için üzücü bir durum, yemek yemeyi severim bilirsiniz. Akşam çok keyifli geçti genel olarak, grup birbirini sevdi, sohbet fazla ittirilmek zorunda kalmadan aktı. Tatlılarımızı başka bir restoranda açık havada yedik. Ben tavsiye üzerine Sticky Pudding istedim. Bizim irmik helvasına benziyor, daha yapışkan ve biçimli olanı ve üzerinde hurmayla çikolata sos eşliğinde servis ediliyor, ölüyorsunuz, hazdan bir anlık çeneniz kilitleniyor, too delicious bile diyemiyorsunuz (ayı gibi gömülüp tatlı yiyen görgüsüz insan görüntüsü veriyorsunuz).
Bugün bayram. Türkiye'dekinden tamamen farklı olarak, öncesinde cam kapı silmedim, halı kilim silkelemedim, dolma sarmadım ya da baklava kesmedim. O sabah bayramda bir ilk olarak, uyudum. Geç kalktık. Bayram gibi değildi asla. Ama çok geçmeden ağzımın payını alacaktım. O dolmalar bir hayal olup yeşil yeşil gözümün önünde uçuşacaktı ve ağzıma attığım her lokma baklava olmak arzusuyla yanıp tutuşacaktı. Ortağımızın evine, öğlen yemeğine davetliydik. Gittik hediyelerimizi verdik, bayramlaştık, yersiz uzunlukta, çevir çevir içimin bayıldığı teşekkürleşmeler, rica etmeler, o sizin inceliğiniz, hayır sizin inceliğinizler filan. Neyse, o gün yemekler evde hazırlanmıştı, Bangledeş-Hint mutfağından seçmeler… Baharatlar hakikaten güzel ama kullanım biçimleri beni pek açmadı. Tatlı-tuzlu-ekşi her şeyin içinde mutlaka safran ve kök tarçın bir aradaydı ki bazı tatlar için hayli rahatsızlık vericiydi bu bana kalırsa. Yemeklerin bir kısmı oldukça lezzetliydi ama bizim mutfağımızdaki o sunum, görsellik bence onlarda yok. Biz iftarlarda ya da özel yemeklerimizde pilavı dahi bir kaseye koyup üzerini bastırır, sonra servis tabağına ters çevirip kalıp gibi çıkartırız. Bu, tabakta bir estetik, bir düzendir. O gün yediklerimizde her şey iç içeydi. Ellerine sağlık tabiki, o kültür için eşsiz olan, en kıymetli ve zahmetli yemekleri sundular bize. Tatlılara geçerken ve sonrasında iş konuşuldu, bu kısımlar sıkıcı bölümlerimiz.
Aynı günün akşamında gece safarisine gittik. Dönüm dönüm arazi; üzerinde ne bir tel, ne bir kafes, ne bir camekan... Her tür yaban hayvanını salmışlar kendi hallerine. Turistlere de her yanı açık bir tramvay vermişler, koskoca ormanda bir tane ışık yok ayınkinden başka. Tramvay başlıyor dolaşmaya, nedendir bilinmez(!) rehber en önde, camlı bölmenin içinden havlı havalı konuşuyor. Uyanık! Yanından geçtiğimiz her hayvanın kılına tüyüne kadar bilgi veriyor... Aklıma Ata Demirer'in gösterisinde, aslanlar ilgili olan bölüm geldi o zaman. “Adam:Kısa kuyruk bize çok alıştı! Aslan:İndir bakayım o camı, kim kime alışıyor!” Durum öyle de olabilirdi. Hayvanları uyuşturmuşlar ama insanız yani, ikna olunuyor mu hemen öyle “ heh aman iyi, uyuştularsa tamam”... Aslan diyorum ya, kocaman, yaban domuzları, filler, sırtlanlar, yarasa, impala...45 dakika sürdü. Müthiş heyecanlıydı. Sandalyelerimizdeki ıslaklığın adrenalin sızıntısı olduğuna inanmak istiyorum hala.
Geceyi mahlukatın şovuyla bitiriyoruz derken başımıza başka bir iş daha geldi. Patronumun kızı bir piton gösterine gönüllü oldu, omuzlarında piton, korkudan ağzını açamaz durumdayken, yabancı dil konusunda da sıkıntı yaşar gibi oldu sahnede. “Yetiş Kevser!” bakışı gördüm yüzünde, görmezlikten gelmek çok istedim tabi. Kıyıdan kıyıdan sahnenin yanında dikilip yardım ettim. Ben ki sahneleri severim, onlar da beni severler lakin hemcinslerle paylaşılınca güzelmiş, anladık.


Bugün 7 Kasım, Sentosa Adasına gidiyoruz. Adaya kara yoluyla bağlantı da var ama turistleri cezbetsin diyerek teleferikler yapmışlar. Çok da iyi yapmışlar, böylelikle tüm limanın ve koyun üzerinden geçiyor ve adaya iniyorsunuz. Ada turistik amaçlarla hazırlanmış, yunus gösterileri, akvaryumlar, müzeler, aktiviteler dolu. Geliyorum en güzel kısmına. Bunu bu şekilde tanımlamayı çok sevdim: Bilgisayarlarımızda arka plan resmi yaptığımız o palmiyeli, bembeyaz sahiller vardır ya, bu sahillerin bir örneği de adadaydı. İnsanlar yüzüyor, keyif yapıyordu. Böyle bir mavi, böyle bir berraklık...Ben Erasmus maceralarım sırasında Ege'ye vurulmuştum da, katlayıp cebine soktu Atina'mı Sentosa plajları. Go-kart, 4D gösteriler gibi birkaç aktiviteye de katıldıktan sonra ada maceramıza da nokta koyduk. Erken döndük çünkü sıcak ve güneş her şeyi çekilmez kılacak derecede kuvvetliydi. Biz de zavallılar İstanbul'un Kasım'ından geliyoruz, ne bilelim millet tanga mango yüzüyor...

O akşam Fullerton Otel'in Çin restoranında aileler son kez buluştu. Öncesinde iş görüşmeleri oldu ve yemeğe geçildi. Korkunçtu. Acizliğiniz ve durumun ironikliği gözlerinizi yaşartıyor. Son derece lüks bir otelin restoranında uzak doğunun en “güzel” örneklerinden yiyeceksiniz ama yiyemiyorum. Her şey öyle kötü görünüyor ki gözüme, yapışkan, kara, eğri büğrü...Neyse, soyalı bir şeyler ve bir parça noodle yemeyi başarabiliyorum.
Bu yemek konusunda bana nankör diyenleriniz vardır. Ben asla kötülemiyorum, çok güzel mutfaklar görme şansına sahip oldum ama ben değerlendiremedim, kabul ediyorum. Fakat ana öğünler bir yana insan şöyle bir düşününce, bir kahvaltının ne kadar farklılık gösterebileceğini hayal dahi edemiyor-muş. Edemedik. Otelin o kapanasıca açık büfe kahvaltısında binlerce çeşit arasından tabağıma koyabildiğim üç yeşil zeytin, üç siyah zeytin, salatalık, haşlanmış! domates dilimleri, ekmek, envai çeşit tropikal meyve ve havuç oldu. Yazık değil mi bana? Kurutulmuş balıklar, istiridyeli bir şeyler ve daha nicelerini yiyordu insanlar. Dakikalarca dolaştım, varlık içinde darlık nedir orada gördüm. Yalnız meyveleri geçemeyeceğim. Ananas, mango, pepino artık topraklarımıza, sofralarımıza ulaştı ama daha ne meyveler varmış meğer. Gerçi ben kavun karpuz muz takılmaktan sonsuza kadar mutlu mesut kalabilirim ama elin oğlu yiyormuş yani, haberiniz olsun dedim.


Son gün programımızda Universal Stüdyolar var. Öğlene doğru ordayız. Amerika'da yanılmıyorsam Orlando ve Las Vegas'ta imiş stüdyolar. Burada da epey bir küçüğünü, fakat yine de bir günde ancak gezilebileninden yapmışlar. Mumya, Shrek vb filmlerin setleri, setlerin içinde çeşit çeşit hız trenleri, çeşitli atraksiyonlar var. Hollywood ve eski Amerikan sokakları zaten ayrı güzeldi. Tüm gün buralardaydık. En keyiflisi bence son gün oldu. Ben kendimi aşarak, orta çaplı üç hız trenine bindim. Türkiye'de en son crazy dance seviyesinde terketmiştim pistleri.


Singapur… Gidip görülmeye değer bir yer ama gitmek için 11 saat kesintisiz uçmaya değil...Bana kalırsa,bir gün imkanınız olursa ve Asya'yı dolaşmak isterseniz, ancak o zaman yolunuzu düşürün. Mayosuz ve bisküvi stoğunuz olmadan da gelmeyin.

Akvaryum balıkları gibiyiz. Menzilimiz genişledikçe “vay anasssınıı!” diye kalıyoruz, ya da ben kalıyorum. Tamam, siz çok coolsunuzdur belki.

Boynumuzda çiçeklerden çelenkler, elde puro, ayakta şortlar vur patlasın çal oynasın takılıyoruz derken Atatürk Havaalanına buz gibi bir Kasım sabahına iniverdik. Rüyadan sıçrayarak uyanmak ona deniyor işte. Bizim buralar öyle don gömlek turist kaprisi çekemiyor, donduruveriyor adamın ciğerini.
 Ben biraz duty freede zaman geçirdim, eve metroyla döndüm. Jeton almak için durduğumda iki çekik gözlü boş boş etrafa bakıyorlardı, Hiç yadırgamadım adamları, bunu saatler sonra farkettim. Günlerdir içlerindeyim ve gözleri çekik olmayan bir avuç insandan biriyim. Hemen de kanıksamış bünye. Sonra onların da jeton almaya uğraştıklarını ama bizim full teknoloji cihazları çözemediklerini anlayınca yardımcı olmak istedim. Aldık, pek memnun oldular. Şansa bak, benimle aynı durakta indiler, gene boş boş bakmaya başladılar. Yine sordum napmak istediklerini... Sabah 6'ydı ve Sultanahmet' e gideceklerdi. Hayırlısı...Yemeğinden yasasına kadar enteresanlığını kanıksadığım çekik gözlü Asyalıları daha fazla sorgulamamaya karar verdiğimden olsa gerek, yolu tarif ettim ve Tayland'lı olduklarını öğrendim. Onlar 8 Kasım sabah 6'da, gördüğüm son çekikler oldular. Umarım onlar da burada iyi zaman geçirmişlerdir. En azından karınlarının patlaya kadar doyduğundan eminim. Oh.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumu olan insanlara bayılırız biz.