27 Kasım 2011 Pazar

"his ishali"


Her mahlukatın var bir savunma mekanizması, kiminin rengi, kiminin dikeni, kiminin zehri...Beşeri mahlukatın da halleridir bu mekanizma bana kalırsa. 

Cıvık mizaçlı olanlar kabuklarının altında  korkularını saklarlar, sululukları gerçeklerini boğar. Ciddi görünüşlü olanlarımızın bazen acizlikleri vardır aşağıda, ya da unutmak istedikleri. Dalgın olanlarımız kaçmak istemektedirler her gün görmek, duymak zorunda olduklarından. Çok meraklı olanlarsa belki bir yer aramaktadır bu insan selinin içinde kendilerine, ispatlamalıdırlar kendilerini. Bir şekilde hepimizin ceplerinde başka başka kimlikler var hazırda işte; duruma göre, adamına göre muamele...

Çok yakınım olabilmişler ve olabilenler bilirler ki bu kabuğun altı yumuşak ettir, hassas, ağlak, içli vs. Romantik insanımdır da ben. (Romantizm anlayışım başkadır, klişelerden uzak. Mum ışığı, kırmızı gül, şuh -bence mal- bakışmalar falan. Bence o değil, yapay değil, herkesin yaptığı gibi değil. E peki sence nasıl? diye soranlara verecek bir cevabım olmadığından susmuyorum, benim romantizmim ilgili kişiden başkasıyla gereksizce paylaşılmayacak kadar mahrem benim için. Neyse.) İki kişilik olmayan, benim sosyal romantizm diye adlandırdığım bir kavram daha var ki bence duygusal olmakla karıştırılır. Bu romantizm türü, anlamı daraltıla daraltıla günlük hayatta yalnızca bir adamla bir kadının tutkulu ilişkilerini çağrıştıracak kadar sığlaşmış romantizm değil; arkadaşlarımıza eşimize dostumuza duyduğumuz, şefkat, sıcaklık ve samimiyet karışımı bir türdür. Ama az evvel, romantizmim değil, hisli ve içli yanım depreşti, o yüzden böyle soyut soyut başladı yazım da. Facebook'ta ev arkadaşım Zekiye tarafından etiketlendiğim "Hatıralar" şarkısı, hali hazırda duygusal bünyemi iyice bozdu, his ishali oldum. Hacettepe şenliklerinde Teneke cover'ı olarak dinlemiş, danalar gibi bağırarak eşlik etmiş, bir daha söyletmiştik. Ne çocuktuk, ne saftık, ne güzeldik. Teneke de tıfıldı daha o vakitler, daha nerede öyle "Yine Yazı Bekleriz" havaları.

Velhasıl bu üzüntülü hal, dün geceden beridir üzerimde yapışıp kalmış melankoliyle de el ele vererek beni yerden yere çarpmakta kararlı gibi. Dün gece Çağan Irmak'ın son filmi "Dedemin İnsanları"nı seyrettim. Konuyu az çok okumama rağmen yer-zaman olgusundan haberdar değildim, iyiki de değilmişim. Yer sürpriz olmasaydı belki bu kadar mutlu olmazdım gördüklerimden.


Hikaye darbe zamanlarında yaşanıyor. Bir ucu Girit'e dayanıyor, Yunanistan göçmenlerini işliyor. İzmir'de yaşayan bir dede-torun hikayesi, dedenin ailesi Girit'ten zorunlu göçle beraber İzmir'e göçüyor. Öteki çocuklar, siz "Yunan gavurusunuz" diye Ozan'la (küçük Çağan Irmak) alay ediyorlar. Onun da çocuk haliyle Türklüğünü ispatlama çabası var. Dedenin ağzından dinliyor, bir yandan da seyrediyoruz hikayeyi. Göç başlıyor, zor günler, vs. Dahası spoiler olur herhalde.

Hikaye güzeldi. Çağan Irmak klasiği olarak çağıl çağıl ağlamıyorsunuz ama çok güzel şeyler hissediyorsunuz, içiniz bir buruluyor bir açılıyor. 
Kısacık Erasmus döneminden sonra içimde bir ukde kaldı Ege ve her şeyi. Çok sevdim Yunanistan'ı da, insanını da. Ön yargılı olup sığırlık yapmasın kimse; ben ki gittim gördüm, geldiğimde de herkese anlattım burada sanıldığı gibi halklar arasında bir düşmanlık olmadığını. 
Filmde Ozan,  büyüyünce Girit'e, dedesinin doğduğu yerlere gidiyor, anılar yad ediliyor filan...Girit'ten epeyce görüntü var; mavi panjurlar, kireç evler, pembe begonviller, çok tatlı bir Yunanca. Nasıl heyecanlandım, ne kadar özlemişim. En çok kendimi gördüğüm an ise, Ozan'ın sokaklarda rastladığı Yunan esnafın istisnasız olarak, Greek Coffee ikram etmekte ısrarcı olması ve ilk laflarının -ki benim duyduklarımla kelimesi kelimesine aynı- "Türklerle Yunanlılar dosttur, gerisi siyasettir" olmasıydı. Gidin izleyin. Benim içi ısındı. Belki o taraflara hem tanıdık olduğum hem de takıntılı olduğum içindir tabi, bilemem. Yalnız filmin sonundaki şu şarkı koltuklarımızda kalmamıza ve sanki çok lezzetli bir tatlı yemişiz de damağımızda bıraktığı tadın keyfini çıkartıyormuşuz gibi gülümsememize sebep oldu.


(Filmde başka bir kadın seslendiriyor, Katherina bişey.)

Dinlediyseniz cumartesiye götürüyorum sizi.

Seyrettiğiniz üzere bu hafta sonu geçen hafta ki stabil hafta sonumdan sonra daha hareketli geçti. Hem fiziken, hem ruhen. Evet ruhen, çok farklı duygular yaşadım şu iki gün içinde. Coşku, kaygı, heyecan, mutluluk, üzüntü, özlem...ve dehşet.

İş arkadaşım Ecem'le hamama gittik. Benim ilk tecrübemdi. Ne alınır, nasıl gidilir gibi kısa bir ön hazırlıktan sonra kendimizi hamamda bulduk.

Efendim, hamam sosyoloji okuyan ve dahi masterını yapan kimselerin mutlak gitmeleri gereken güzide bir sosyal ortam imiş. Bilmiyordum, gördüm. Filmlerde görülenden farklı bir mekan değildi fiziki ortam açısından ama benim gözlem yaptığım, hatta gözlem yapmaktan kendimi alamadığım konu bizdik, kadınlar...

Üzerimize epey düşündüm; evet hem keyif yaptım hem düşündüm. Toparlayamadım düşündüklerimi, bir ucunu bulamadım, Genesis'e kadar gittim, Adem'i bile düşündüm... İki cins olarak yaratılmışız, kadınsınız ya da erkek. Anladım ki kadın olmak erkeklerin varlığıyla mümkünmüş. Kadınların davranışlarını biçimlendiren erkeklermiş. Ve tabi erkeklerinkini de kadınlar. Safi kadın ortamında "kadınlık" diye bir kavram yokmuş. Herkes aynıymış ve bu aynılık, erkeklerin yanında "arsızlık" sayılabilecek davranışları, kadınların yanında ortadan kaldırırmış. Tamam, daha açık olalım. 
Yahu neredeyse üryan geziyorlar efendim!
Gördüm ki çıplaklık kavramı erkek varsa bir kavram. Soyunmuşsanız, ancak bir erkeğin yanında size "çıplaksın" denilebilir. Çünkü kendi aralarında çıplak olduklarını düşünmüyorlar. Peştamal kullanmıyorlar. Bikini ya da çamaşır kullanan bir kaçına çok şükür rastladık. 

Ecem de ben de hamamlarda büyümüş, olayın kaşarı olmuş kimseler değiliz. Aldı bizi bir gülmek...Bulduk birer tas, oturduk bir kurnanın başına. Gerilen kaslarımız az sonra başlayan kese ve masajla gevşedi neyse ki, mayıştık. Kelimenin tam anlamıyla "cillop" gibi olup çıktık. Ayrıca  bedenlerimize olan güvenimiz neredeyse arşa çıktı; gördük ki selülitlerimizle, fazla kilolarımızla barışık olmalıymışız, çünkü yaşlanınca bunları mumla ararmışız. Bunlar sizi yıldırmasın. Hamam kesinlikle önerilir. Ama ben gördüklerimi söyleyeyim de, gitmek isteyenler ona göre gitsinler. Daha küçük yaş gruplarında şoka sebebiyet verebilir belki bu durum; malum, ergenlik çağındayken yaşlılığımızı düşündüğümüzde daha fazla korkarız, değil mi? 

Çok sevilenle geçirilmiş güzel ve sakin bir pazar gününün ardından, hem onun gidişinden hem de pazartesinin gelişinden ötürü otomatik olarak üzülmeye meyletmiş bünyem, içime üşüşen "hatıralar"la şu güzelim İstanbul akşamında bir kez daha ıstıraba gark oldu; mahv-ı perişan, adeta tarumar oldu. Bayağı üzüldüm işte.
Ama filmin ardından Gülbahar'ı dinlerken ki haz gibi;  pazar biterken, son iki günde yaşananları uzaktan seyrederek yazıya dökmek ve bir kez daha tazelemek de, iyi geldi.












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumu olan insanlara bayılırız biz.