27 Nisan 2012 Cuma

bekara blog kiralanır


Merhaba sevgili okuyucu,

Bu klişe ötesi girişten de anlayabileceğin üzere, Kew değilim.
Şu meşhur arkadaşı Saide ben, memnun oldum.

Kew ile yaklaşık bir haftalık İstanbul-Adapazarı-Bolu maceramız oldu. Bizim için fazla aksiyona lüzum yok aslında; ikimiz bir araya geldiğimiz zaman manyakçasına eğlenmeyi, gülmeyi başarabilen insanlarız ve bu eylemlerden de inanılmaz derecede zevk alıyoruz. Geçirdiğimiz bu bir hafta da farklı olmadı elbette ve bunda katkısı olan herkese minnettarım.

Aslında Kew’in blogunu kiralamak isteme sebebim de bana bu güzel bir haftayı yaşattığı için ona ve ailesine bir kez de burdan teşekkür etmekti. Gelgelelim Kew’i kıskandım mı nedir ,benim de yazasım geldi. İstanbul’dan başlayıp, benim için Merzifon’da (şimdilik) sona eren maceramızı çok umrunuzdaymışçasına burada anlatmak niyetindeyim.

Merzifon’dan İstanbul’a gidişim biraz çileli oldu. Beni sabah 6-6.30 sularında bekleyen cefakar arkadaşımın bekleyişi ancak saat 10 sularında son bulabildi. Böylece ben de yaklaşık 12 saatlik yolculuktan sonra schatzi’ye kavuştum. İstanbul’dan bir kez daha nefret ettim.

Saatlerce yol geldiğim ve henüz afyonum patlamadığı için uyumak istedim. Bu talebim Kew tarafından da kabul gördü, sağolsun. Ve koca bir Salı gününün  yarısını uyku ile ziyan ettik. Şahsen ben ettim, Kew de eli mahkum bana uyum sağladı. O arada kendi çapında TV izlemeye falan başladı. Bi ara baya sıkılmış olmalı ki içerden Müge Anlı sesleri falan geldi. Aman Yarabbim kız elden gidiyor diye uyandım mecburen.

Planımız Bebek’e gitmekti. Önceki gelişimde de böyle bir girişimde bulunmuş idik ancak başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bu kez inat ettik, gidecektik. Bebek Starbucks’ta birer Macchiato içmezse ölecek hastalığı ‘na yakalanmıştık çünkü. Uyku ile ziyan olan günümüzün geri kalan önemli bir bölümünü de kahrolası İstanbul trafiği rezil etti. Bir an hiç dolmuştan inemeyeceğiz sandık. Yolda trafik yoktu, trafikte yol vardı zira. Ancak, azimle bu lanet duvarını da deldik; muradımıza erdik. Yedik içtik sürttük, as usual.

Ertesi gün “bizim neyimiz eksik ayol” diyerekten Akmerkez’e yollandık. Biz içeride yiyip içip vitrin incelerken, İstanbul’u fırtınalar götürmüş de haberimiz olmamış. Orada bir kafedeki TV’de olan biteni görünce “aaaa, amaannn, vah-tüh” gibi duruma uygun ünlemleri sarf ederek, rahat koltuklarımızda kahvelerimizi yudumlayarak İstanbul’un haline acıdık, üzüldük. Bu arada tüm yurdu etkisi altına alan fırtına’dan elbette Başkentimiz de nasiplenmiş. TV de her iki kentten de manzaralar gösterilirken, biz sanki İstanbul’da değilmişiz, sanki birazdan o yolları aşıp da eve gitmeye çalışmayacakmışız gibi Kew’le birlikte Ankara’dan gösterilen yerleri “aaa Konya yolu”, “bak Kızılay” “burası kesin GOP” gibi cümleler eşliğinde tanıma çabalarına girdik, çok lazımmışçasına. İçimizdeki Ankara aşkı bambaşkaymış, bi de onu anladık.

Biz artık gidelim bari diye lütfedip sonunda kalktık. İçine edilesi şansımız sebebiyle, biz kapalı mekandayken durulmuş olan hava, biz dışarı çıkınca yağmurlu hale gelmeye karar verdi. Neyse ki sudan çıkmış sıpa formunu almadan bi otobüs bulduk, eve geldik. Kew bana nohutlu pilav ısmarladı, pek de lezzetliydi.

Perşembe Adabizarre’a gitmeye karar verdik. Herr und Frau Erol bizleri bekliyordu çünkü. Yüzlerce km ötelerden gelecek olan pek datlu bir misafiri ağırlayacaklardı.
Adapazarı’na girerken böyle bi heycan yaptım. Kalbim çarptı. Kew’in memleketini görecektim, boru mu? Değilmiş zaten. Baya da güzel bi yer.

Eve vardığımızda Emine Teyze bizi kapıda karşıladı. Nasıl görünüyorduk bilemiyorum ama bu iki tane aç bünyeye direkt olarak sofra hazırlama girişiminde bulundu. Çok lezzetli yemekler yapmıştı, belirtmeden edemiycem.

Bir akrabalarına çaya davetli olan Emine teyze bizi mutfakla başbaşa bırakıp gitti ve giderken “yemekten sonra siz de gelin isterseniz” demeyi ihmal etmedi. Çok söz dinleyen evlatlar olarak biz de gittik Kew’le, böylece tek seferde schatzi’nin akraba-i taallukatının bir kısmı ile de tanışmış oldum. Hepsi çok misafirperver ve de çok tatlı insanlar, hepsine tekrar çok teşekkür ederim ancak en tatlıları M.Efe adlı 3 yaşında, yanakları sıkılası, öpülesi velet J Burdan ona sevgiler öpücükler...

Size biraz Kew’in evinden söz etmek istiyorum. Evleri çok güzel, iki katlı, bahçe içinde, ferah, yeşillik meşillik, meyve ağaçları, çayır çimen... Apartman çocuğu için güzel şeyler bunlar. Ailesi sağolsun bize üst katı tahsis etti. Çok rahat ettim ve kendi dairem gibi benimsedim kaldığım süre içinde. Benimseyemediğim tek şey düğmeler oldu. Evet düğmeler, valla. Hani şu ışık, otomat, zil için mevcut olan düğmeler.... Özel bi adı varsa da kullanmıyorum, düğme işte. Kew’lerin evinin nasıl manyak bir tasarımcısı vardı bilemiycem ama evin her yeri bunlarla dolu ve maalesef hangisine basınca zil çalar, hangisi ışık, hangisi kapı açar bi türlü öğrenemedim. Öğrenemedim çünkü mantıklı bir dizilimi yoktu. Bi kere alt ve üst katınki tamamen farklı yerleştirilmişti. Defalarca zil diye dış kapıyı açtım, ışığı açmak için zili çaldım... Rezillik. Ailesi bende öğrenme güçlüğü olduğunu düşünmüş ancak söyleyememiştir gibi geliyo bana. Çünkü bunlarla da yetinmedim, banyo-WC kullanımı için de bu milyon tane düğmeden hangisinin işime yarayacağını ilk seferde bulamadım ve buraları her ziyaretimde şak şuk elli tane düğme açtım kapadım. Sanırım çok açtım kapadım ki, artık geleceğim gün üst kat salonun ışığı yanmaz olmuştu. Bozdum zahir. Haklarını helal etsinler.

Biraz da ailesinden bahsedeyim. Annesi ve babası tek kelimeyle şahane insanlar. Mükemmel misafir ağırlıyorlar bir kere, söylemem gerek. Çok sıcak ve içtendiler sağolsunlar, hiçbir yabancılık çekmedim. İlk günün sonunda misafir değil de evin kızı gibi olmuştum zaten, öyle bi rahatlık... Baya bi rahatlık hatta; gidip kendi bardağımı çayımı falan kendim alıyorum... Bunda akşam çayında Kew’in bana bardak koymayı unutmasının da etkisi olabilir tabi, bilemiycem.

Emine Teyze mutfakta bir master chef. Hamur işleri konusunda rakipsiz olabileceğini düşünüyorum. Bir dızmana yapar, parmaklarınızı yersiniz. Yaptığı diğer şeyler de süperdi.  “Nasıl 70 kilo oldum?” adlı güzide eserimi yayınlayacağım zaman kesinlikle Emine Teyze’ye de atıfta bulunacağım... Recep Amca ise emekli bir insan. Kendisini balık tutmaya adamış bu aralar. Vakit geçirmelik hobi arayışlarında sanırım. Allah başka dert vermesin tabi ama ben de bir emekli olarak onu çok iyi anlıyorum. Boşluk zor azizim.

Kew’in bir de kardeşi var: Kerem. Ankara’da daha önce tanışmıştık; ablası kadar eğlenceli bir insan. Kendisinin sınavları olduğu için Adabazar’a teşrif edemedi, o yüzden “fazla şaapmadık”  Zihin açıklığı ve başarılar diliyorum ona.

Maceramıza dönecek olursak; Cuma günü Kew’le iş görüşmesine gittim. Evet çok lazımdım çünkü. Arkadaşımı yalnız bırakamazdım. Bu yalnız bırakamama olayını sanırım oradakiler de pek bir yanlış anladılar ki illa seninle de görüşelim falan moduna girdiler. Yok dedim sağolun. Ben sadece moral support amaçlı burdayım.

Günün job interview kısmını bi şekilde tamamladıktan sonra Kentpark’a gittik. Ankara’dan alışık olduğum üzere bu isim bana avm’yi çağrıştırdı ancak değil. Literally park burası. İstanbul’da yeşile hasret Kew burda ağaca ormana doydu şükür. Su çarkının, köprülerin bulunduğu bu güzel parkta bol miktarda da kurbağa var. Birini öpeyim prens olsun diye çok ısrar ettim ama Kew sıhhi gerekçelerle izin vermedi.

Akşama Erolgiller beni Adapazarı’nın meşhur “ıslama köfte”sini yemeye götürdüler. “Buralarda öyle yöresel güzel bir tat yok, amaaan hiç özel bir yemeğimiz yok” diye hayıflanan Emine Teyze’nin aslında boşuna üzüldüğünü gördüm. Bence çok güzel. Herşeyi basite indirgeyerek anlatan her tipik Türk insanı gibi onlar da bana fazla beklentiye girmememi, “salçalı suya batırılmış ekmek dilimleri ile servis edilen bildiğin ızgara köfte” yiyeceğimi söylediler. Tanımı bu kadar basit olmakla birlikte, tadı gayet güzel olan, “bildiğin” kelimesi son derece yersiz kalan, tadına bakılası, yenilesi bir yemek. Bence gidin yiyin. O kadar da ezmeye gerek yok.

Tatlı için ben tercihimi yine Adapazarı’nın meşhur kabak tatlısından yana kullanmak istedim. Madem o kadar geldik, yöresel tatları deneyelim hesabı... Her evde bulunan/ yapılan bir tatlı türü olduğu için bunu dışarda yemek isteyişime anlam verememiş olsalar da, tutturuk vaziyette “illa da kabak tatlısı yiycem ben” diyen bu bünyeyi anlayışla karşılayıp bir de kaymaklı cevizli kabak tatlısı ısmarladılar bana. Burada durmak istiyorum sevgili okur. Böyle bir tat yok. Aman Tanrım! “Yeaaa alt tarafı kabak diil mi işte”diyecek olanlar için peşin söylüyorum: bizim evde yaptıklarımız, yok işte orda burda yediklerimiz falan halt etmiş, öyle bir lezzet. Nasıl güzel, nasıl güzel... Bayıldım. Bu muazzam fark, hem kabağın cinsinden hem de pişirme yöntemlerinden kaynaklanıyormuş. Aceyip bişey, gidin yiyin en acil tarafından. Yalnız ben naçizane Kervansaray’ı öneririm; başka yerden de aldık sonra ama, ı-ıh, o tat yok.

Yemek ve tatlıdan sonra doymuş olabileceğimize ikna olmayan Bay ve Bayan Erol bizi bir de dondurmacıya götürdü. Kew’lerin bir nevi aile dondurmacısı “Kardeşler Dondurma”ya gittik. İsmi klişe ancak tat süper. Karamel ve kakaolu şahsi tavsiyemdir.

Cumartesi’ye  gelince; bu günü de meşhur Çark Caddesinde sürterek harcadık. Detaylarla boğmayım ama iki tane mekan tavsiyem olucak; 1. Rastaban. 2. Kahve diyarı. Güzel zaman geçiripi güzel tatlar deneyebilirsiniz. Cadde çok güzel, bence. Çeşitli tür ve boyutlarda birçok mağazaya ev sahipliği yapıyor. İki yerde iki şahane giysi beğendim alamadım, aklım kaldı. Bunun dışında zararsız şekilde atlattık günü.

Pazar Bolu’daydık. Kew’in daha önce de bahsettiği gibi Mine’yi veriyoruz efenim. Hatta verdik. Taktık yüzükleri. Hayırlı uğurlu olsun. Musmutlu olsunlar inşallah, forever. Nişan sade bir törendi. Sabah gittik akşam geldik. Sabah servisle terminale giderken, onlarca boş koltuğa rağmen benim yanıma oturmayı tercih eden ve oturduğu gibi kendi koltuğuna ek olarak benimkinin de üçte birini işgal ederek belimden itibaren dize kadar bacağımın sağ tarafını kısmi felce uğratan teyze dışında bi sorunumuz olmadı şükür. Mine’ye buradan bir kez daha mutluluklar dilerken, inşallah kendi yeğeni Sinem gibi tostombul, taptatlı çocukları olsun, ben de teyze olayım temennisinde bulunmak isterim. Çocuk manyağı bendeniz yine ısırarak sevilesi, yanakları mıncırılası ve dahası bunlar yapılırken asla sesini çıkarmayan bir adet bebek buldum işte orda. Çok tatlı ve bence herkesin böyle yumak gibi veletleri olmalı, evet.

Pazartesi 23 Nisan’dı bildiğiniz gibi. Biz çocukları sevindirmek için, Recep Amca da bizi arabaya attığı gibi “Poyrazlar Gölü: Cennetten bir Köşe” ye götürdü. Tanım bana ait değil, tabelada yazan bu. Çocuk kategorisinde Kew’in kuzeni Yasin’i de götürdük; kendisi bu dönem üniversiteden mezun oluyor. 
Rutin piknik faaliyetleri yeme içmeyi gerçekleştirdik. Bi de ayıp olmasın diye iki adım doğa yürüyüşü yaptık. Sonra benim dönüş biletimi almak üzere, Kew ve ben Çark caddesinde indik. Muhteşem piknik kostümlerimizle Çark’ta arz-ı endam ettik efendim. O kadar şıktık ki Kew’in bırakın çantası cüzdanı bile yoktu yanında. Eşofmanlarla fırlamıştı zaten. Ben neyse ki kotumu giymeyi ve çantamı almayı akıl etmiştim ama üst kıyafet olarak ben de içler acısı haldeydim. Ve bilin bakalım Murphy kanunları gereği ne oldu? Ta-daaaaa: Kew’in liseden iki yakın arkadaşı ile karşılaştık. Yaaa. Neyse ki baya yakın arkadaşlarıydı da pek sorgulamadılar, piknikten geliyoruz da eheheh falan dedik.

Akşama Kew’i kınaladık. Kınalamak derken, saçlarına kına yaktık yani. Yanlış anlaşılmasın. Gerçi önce babası da anlamadı olayı; Kew kına alıcam ben dediğinde ne yapıcaksın, nerene yakıcaksın gibi sorular geldi Recep Amca’dan ama sonra izah ettik. Bi de saça yakılmış halini gördü  de rahatladı adamcağız.

Salı’yı- yani benim Adapazarı’nda son günümü Serdivan AVMde geçirdik . Güzel sakin bir alışveriş merkezi. Üzerimde yeterli miktarda param olsaydı altını üstüne getirebilirdim ama biz yemek yiyip, d&r’ı dolaşmakla yetindik. Filmler açısından kurak bir dönem zannımca, net olarak sinemalarda bir bok yok diyebilirim. Ama olsa değerlendirilebilecek bir mekan.

Dönüşte dolmuşa bindik. Ve her zamanki dolmuşçu stereotipi dışında birine rastladık. Minibüs tıka basa doluydu ve kapıya yakın bir noktada ayakta dikilen bir kadın vardı. Şoför bey “hanımefendi hareket edicez” diye kadını uyardı. Bu durum karşısında şaşıran bünyelerimiz önce tepki veremedi. Neden sonra Kew: “amca sizin asıl meslek ne ola ki?” diye bi soru sordu. Adam duymadı ama biz cerrah falan olabilir diye düşündük. Hassasiyet gerektiren bir mesleğe mensup olmalıydı bizce. Ankara’da olsa o şoför basar gider valla. Uyarıymış, peehhh... Bu da böyle bir anımızdır.

Eve geldik, akşam yemeği yedik. Ben valizimi hazırladım. Evde Emine Teyze ile vedalaştık. Sonra gecenin bi vakti Kew ve babası beni arabayla terminale kadar götürdüler sağolsunlar. Kahrolmayasıca biletçinin bana kestiği bilette yaptığı hata yüzünden bir arıza çıkması ve 20 dk kadar rötar yapmamız ve benim bu süreçte şartellerimin atması dışında ciddi bir sorun olmadı. Bu noktada da çatır çatır isim vermek istiyorum: bence Ulusoy’un bazı çalışanları Metro turizmden transfer edilmiş olabilir. Sağlam kanıtlarım var. Her neyse, sonuçta sabahın körü itibariyle evim, köyüm, Paris Belediyesine bağlı güzide yerleşim merkezimiz Republic of Merzifon’a giriş yaptım. Adapazarı'nda alıştığım açık havadaki, lezzetli kahvaltı sofralarını burada bulamadım tabi, o bakımdan sabah bi şaşkınlığım oldu. “Dızmana yok mu yeaa annee” diye bi laf edecek oldum, annem beni orada ziyadesiyle şımarttıklarını ima eden cümleler kurdu sanırım; sabah uykusuzluğa da bağlı olarak biyoritmim ve bu bağlamda algılarım düşük olduğu için net olarak anlayamadım.

Sonuç; Adapazarı'na dair şahsi fikrim yaşanılası bir yer olduğu yönünde. Orada yaşamıyorsanız bile böyle dostlarınız varsa arada gidip görülmelik, bir iki günlüğüne gezip tozmalık bir yer. Değişiklik olur. Benim tek yadırgadığım şey, Ankara'da alışmış olduğum sulu, şelaleli, fıskiyeli caddeler sokaklar görememekti. Bir Büyükşehir Belediyesine hiç yakıştıramadım. Zaten alt geçitleri de bir tane, numunelik gibi... "Asfaltınız hayırlı olsun" afişleri göremedim diye üzülmüştüm ama "Terminaliniz hayırlı olsun" yazmışlar bari neyse. 

Ben çok güzel zaman geçirdim, yedim içtim gezdim, çok güldüm çok eğlendim. Emeği geçen herkese en içten teşekkürlerimi ve sevgilerimi sunarım. Ben de onları Merzifon’a beklerim, kocaman da öperim. 

P.s: Diyete başlamak zorunda kalıcam, o hiç iyi olmadı.

Saide Fatma Okudan
25.04.2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumu olan insanlara bayılırız biz.