29 Nisan 2012 Pazar

kadınsal devrimler

Düğün nişan sünnet sezonu açıldı.  Kapı altından atılan, komşunun kızından gönderilen davetiyeler almaya başladık. Bunlar çeşitli renk ve ebatta olup, gösterişleri konusunda sidik yarıştırılan davetiyeler. Tüylü mü, tüllü mü, kuşe mi, yelpaze mi, rulo mu diye eminim üzerine hayli kafa yorulmuş kağıt ziyanlıkları.

Etmeyin diyorum diyorum, hep kendi çapımda kalıyorum. Sevgili Hayrettin ve Tuğba, Allah mutlu mesut etsin ama vallahi davetiyenin baskı kalitesi, deseni umurumuzda değil. Atacağız bir de onu sonra, biliyor musunuz? Sadece maksadına uygun, mütevazi ve şık bir şey hazırlasanız, belki size bu kadar gıcık olmam, hatta düğüne bile gelirim.
Kimsenin "amaan bir kere olacak, tam olsun" şeklindeki iç rahatlatmasına da açık kapı bırakmıyorum.
Kağıt konusunda takıntılıyım, hassasım. Ciddi anlamda. Haklı olduğuma da inanıyorum.
Böyle osuruktan detaylara kadınların meraklı olduğunu inkar edecek değiliz herhalde. Değiştirebilecek olanlar da bizleriz o zaman.

Günlük fırça mı kaydıktan sonra, vermek istediğim mesajı verdiğimden emin olarak diğer bir sosyal gözleme geçiyorum.

Hemcinsleri olarak, farklı ortamlarda kadınları incelediğimi biliyorsunuzdur. Dün akşam da bunlardan birine tanık oldum.

Bazı muhafazakar kesimlerin nişan düğün benzeri törenlerinde, karma aktivitelerde kadınların kendilerini yeterince gösteremeyecekleri dolayısıyla, kadınlara özel bir toplaşma programı yapılır. 
Bu gecelerde hep laf ettiğimiz Arap kadınları gibi oluruz. Dışarıdan bakınca sarım dürüm lahana, düğmeleri açınca şıkır şıkır satenler ipekler şallar, koyun koltuk parıl parıl ziynetler... Kendini sokakta gizleyen kadın, içindeki bütün süslenme ve beğenilme güdüsünü dinlemiş, bütün varlığını kusmuş. Ekstradan eklenen süslerin yanı sıra, et göstermeye de ayrıca bir eğilim oluyor böyle gruplarda. Çatallar, bacaklar filan, üf...

Eleştirmiyorum, burası önemli.

Haklı bi dürtüdür bu, olabilir. Kadın -bence de- çok güzel bir yaratık ve beğenilme arzusu doğasında var. Hatta sadece bakılmak için yaratılmış olduğunu düşündürecek kadar güzel hatunlar bile var. Uygun mecralarda bunu sergilemesi normal.

Fakat bu dürtüde hastalıklı bir yan olduğunu düşünmeme sebep olan bir şey de var.

Zannediyorum, hayatlarının büyük bölümünde "günlük şeyler" giyen bu kadınlar, neyi neyle giyeceklerine, takacaklarına karar veremiyor ve fırsat bu fırsat deyip her şeyi bir arada kullanıyorlar. Açıkça söylemek isterim ki, bu kabak gibi görgüsüzlük oluyor. Zarafetten çok uzak bir görüntü çıkıyor ortaya. Bu güzide beldemizde her türlü kentsel imkana sahip olup, kırsal mantıkla devam etmek olmuyor. Bir takım görüntüler ve dahi adetler değiştirilmeli, hatta kaldırılmalı. 

Devrim yapmaya geldim. Ben de Adapazarı'nın yeşil parkalısıyım. Yakındır kabul günlerinden aforoz edilmem.

Gel gelelim, neticede kadın. Söylesen, her biri, en güzelini kendisinin bildiğini iddia edecektir. Bu yüzden gelip içimi bloga kustum.

Yaz uzun. Kim bilir daha ne renk cümbüşleri, altın yüzük çeşitlemeleri (parmakların eklemlerine kadar, alabildiğince yüzük takan kadınlar gördüm) göreceğiz. Ben de blogtan bloga atacağım kendimi.



27 Nisan 2012 Cuma

bekara blog kiralanır


Merhaba sevgili okuyucu,

Bu klişe ötesi girişten de anlayabileceğin üzere, Kew değilim.
Şu meşhur arkadaşı Saide ben, memnun oldum.

Kew ile yaklaşık bir haftalık İstanbul-Adapazarı-Bolu maceramız oldu. Bizim için fazla aksiyona lüzum yok aslında; ikimiz bir araya geldiğimiz zaman manyakçasına eğlenmeyi, gülmeyi başarabilen insanlarız ve bu eylemlerden de inanılmaz derecede zevk alıyoruz. Geçirdiğimiz bu bir hafta da farklı olmadı elbette ve bunda katkısı olan herkese minnettarım.

Aslında Kew’in blogunu kiralamak isteme sebebim de bana bu güzel bir haftayı yaşattığı için ona ve ailesine bir kez de burdan teşekkür etmekti. Gelgelelim Kew’i kıskandım mı nedir ,benim de yazasım geldi. İstanbul’dan başlayıp, benim için Merzifon’da (şimdilik) sona eren maceramızı çok umrunuzdaymışçasına burada anlatmak niyetindeyim.

Merzifon’dan İstanbul’a gidişim biraz çileli oldu. Beni sabah 6-6.30 sularında bekleyen cefakar arkadaşımın bekleyişi ancak saat 10 sularında son bulabildi. Böylece ben de yaklaşık 12 saatlik yolculuktan sonra schatzi’ye kavuştum. İstanbul’dan bir kez daha nefret ettim.

Saatlerce yol geldiğim ve henüz afyonum patlamadığı için uyumak istedim. Bu talebim Kew tarafından da kabul gördü, sağolsun. Ve koca bir Salı gününün  yarısını uyku ile ziyan ettik. Şahsen ben ettim, Kew de eli mahkum bana uyum sağladı. O arada kendi çapında TV izlemeye falan başladı. Bi ara baya sıkılmış olmalı ki içerden Müge Anlı sesleri falan geldi. Aman Yarabbim kız elden gidiyor diye uyandım mecburen.

Planımız Bebek’e gitmekti. Önceki gelişimde de böyle bir girişimde bulunmuş idik ancak başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bu kez inat ettik, gidecektik. Bebek Starbucks’ta birer Macchiato içmezse ölecek hastalığı ‘na yakalanmıştık çünkü. Uyku ile ziyan olan günümüzün geri kalan önemli bir bölümünü de kahrolası İstanbul trafiği rezil etti. Bir an hiç dolmuştan inemeyeceğiz sandık. Yolda trafik yoktu, trafikte yol vardı zira. Ancak, azimle bu lanet duvarını da deldik; muradımıza erdik. Yedik içtik sürttük, as usual.

Ertesi gün “bizim neyimiz eksik ayol” diyerekten Akmerkez’e yollandık. Biz içeride yiyip içip vitrin incelerken, İstanbul’u fırtınalar götürmüş de haberimiz olmamış. Orada bir kafedeki TV’de olan biteni görünce “aaaa, amaannn, vah-tüh” gibi duruma uygun ünlemleri sarf ederek, rahat koltuklarımızda kahvelerimizi yudumlayarak İstanbul’un haline acıdık, üzüldük. Bu arada tüm yurdu etkisi altına alan fırtına’dan elbette Başkentimiz de nasiplenmiş. TV de her iki kentten de manzaralar gösterilirken, biz sanki İstanbul’da değilmişiz, sanki birazdan o yolları aşıp da eve gitmeye çalışmayacakmışız gibi Kew’le birlikte Ankara’dan gösterilen yerleri “aaa Konya yolu”, “bak Kızılay” “burası kesin GOP” gibi cümleler eşliğinde tanıma çabalarına girdik, çok lazımmışçasına. İçimizdeki Ankara aşkı bambaşkaymış, bi de onu anladık.

Biz artık gidelim bari diye lütfedip sonunda kalktık. İçine edilesi şansımız sebebiyle, biz kapalı mekandayken durulmuş olan hava, biz dışarı çıkınca yağmurlu hale gelmeye karar verdi. Neyse ki sudan çıkmış sıpa formunu almadan bi otobüs bulduk, eve geldik. Kew bana nohutlu pilav ısmarladı, pek de lezzetliydi.

Perşembe Adabizarre’a gitmeye karar verdik. Herr und Frau Erol bizleri bekliyordu çünkü. Yüzlerce km ötelerden gelecek olan pek datlu bir misafiri ağırlayacaklardı.
Adapazarı’na girerken böyle bi heycan yaptım. Kalbim çarptı. Kew’in memleketini görecektim, boru mu? Değilmiş zaten. Baya da güzel bi yer.

Eve vardığımızda Emine Teyze bizi kapıda karşıladı. Nasıl görünüyorduk bilemiyorum ama bu iki tane aç bünyeye direkt olarak sofra hazırlama girişiminde bulundu. Çok lezzetli yemekler yapmıştı, belirtmeden edemiycem.

Bir akrabalarına çaya davetli olan Emine teyze bizi mutfakla başbaşa bırakıp gitti ve giderken “yemekten sonra siz de gelin isterseniz” demeyi ihmal etmedi. Çok söz dinleyen evlatlar olarak biz de gittik Kew’le, böylece tek seferde schatzi’nin akraba-i taallukatının bir kısmı ile de tanışmış oldum. Hepsi çok misafirperver ve de çok tatlı insanlar, hepsine tekrar çok teşekkür ederim ancak en tatlıları M.Efe adlı 3 yaşında, yanakları sıkılası, öpülesi velet J Burdan ona sevgiler öpücükler...

Size biraz Kew’in evinden söz etmek istiyorum. Evleri çok güzel, iki katlı, bahçe içinde, ferah, yeşillik meşillik, meyve ağaçları, çayır çimen... Apartman çocuğu için güzel şeyler bunlar. Ailesi sağolsun bize üst katı tahsis etti. Çok rahat ettim ve kendi dairem gibi benimsedim kaldığım süre içinde. Benimseyemediğim tek şey düğmeler oldu. Evet düğmeler, valla. Hani şu ışık, otomat, zil için mevcut olan düğmeler.... Özel bi adı varsa da kullanmıyorum, düğme işte. Kew’lerin evinin nasıl manyak bir tasarımcısı vardı bilemiycem ama evin her yeri bunlarla dolu ve maalesef hangisine basınca zil çalar, hangisi ışık, hangisi kapı açar bi türlü öğrenemedim. Öğrenemedim çünkü mantıklı bir dizilimi yoktu. Bi kere alt ve üst katınki tamamen farklı yerleştirilmişti. Defalarca zil diye dış kapıyı açtım, ışığı açmak için zili çaldım... Rezillik. Ailesi bende öğrenme güçlüğü olduğunu düşünmüş ancak söyleyememiştir gibi geliyo bana. Çünkü bunlarla da yetinmedim, banyo-WC kullanımı için de bu milyon tane düğmeden hangisinin işime yarayacağını ilk seferde bulamadım ve buraları her ziyaretimde şak şuk elli tane düğme açtım kapadım. Sanırım çok açtım kapadım ki, artık geleceğim gün üst kat salonun ışığı yanmaz olmuştu. Bozdum zahir. Haklarını helal etsinler.

Biraz da ailesinden bahsedeyim. Annesi ve babası tek kelimeyle şahane insanlar. Mükemmel misafir ağırlıyorlar bir kere, söylemem gerek. Çok sıcak ve içtendiler sağolsunlar, hiçbir yabancılık çekmedim. İlk günün sonunda misafir değil de evin kızı gibi olmuştum zaten, öyle bi rahatlık... Baya bi rahatlık hatta; gidip kendi bardağımı çayımı falan kendim alıyorum... Bunda akşam çayında Kew’in bana bardak koymayı unutmasının da etkisi olabilir tabi, bilemiycem.

Emine Teyze mutfakta bir master chef. Hamur işleri konusunda rakipsiz olabileceğini düşünüyorum. Bir dızmana yapar, parmaklarınızı yersiniz. Yaptığı diğer şeyler de süperdi.  “Nasıl 70 kilo oldum?” adlı güzide eserimi yayınlayacağım zaman kesinlikle Emine Teyze’ye de atıfta bulunacağım... Recep Amca ise emekli bir insan. Kendisini balık tutmaya adamış bu aralar. Vakit geçirmelik hobi arayışlarında sanırım. Allah başka dert vermesin tabi ama ben de bir emekli olarak onu çok iyi anlıyorum. Boşluk zor azizim.

Kew’in bir de kardeşi var: Kerem. Ankara’da daha önce tanışmıştık; ablası kadar eğlenceli bir insan. Kendisinin sınavları olduğu için Adabazar’a teşrif edemedi, o yüzden “fazla şaapmadık”  Zihin açıklığı ve başarılar diliyorum ona.

Maceramıza dönecek olursak; Cuma günü Kew’le iş görüşmesine gittim. Evet çok lazımdım çünkü. Arkadaşımı yalnız bırakamazdım. Bu yalnız bırakamama olayını sanırım oradakiler de pek bir yanlış anladılar ki illa seninle de görüşelim falan moduna girdiler. Yok dedim sağolun. Ben sadece moral support amaçlı burdayım.

Günün job interview kısmını bi şekilde tamamladıktan sonra Kentpark’a gittik. Ankara’dan alışık olduğum üzere bu isim bana avm’yi çağrıştırdı ancak değil. Literally park burası. İstanbul’da yeşile hasret Kew burda ağaca ormana doydu şükür. Su çarkının, köprülerin bulunduğu bu güzel parkta bol miktarda da kurbağa var. Birini öpeyim prens olsun diye çok ısrar ettim ama Kew sıhhi gerekçelerle izin vermedi.

Akşama Erolgiller beni Adapazarı’nın meşhur “ıslama köfte”sini yemeye götürdüler. “Buralarda öyle yöresel güzel bir tat yok, amaaan hiç özel bir yemeğimiz yok” diye hayıflanan Emine Teyze’nin aslında boşuna üzüldüğünü gördüm. Bence çok güzel. Herşeyi basite indirgeyerek anlatan her tipik Türk insanı gibi onlar da bana fazla beklentiye girmememi, “salçalı suya batırılmış ekmek dilimleri ile servis edilen bildiğin ızgara köfte” yiyeceğimi söylediler. Tanımı bu kadar basit olmakla birlikte, tadı gayet güzel olan, “bildiğin” kelimesi son derece yersiz kalan, tadına bakılası, yenilesi bir yemek. Bence gidin yiyin. O kadar da ezmeye gerek yok.

Tatlı için ben tercihimi yine Adapazarı’nın meşhur kabak tatlısından yana kullanmak istedim. Madem o kadar geldik, yöresel tatları deneyelim hesabı... Her evde bulunan/ yapılan bir tatlı türü olduğu için bunu dışarda yemek isteyişime anlam verememiş olsalar da, tutturuk vaziyette “illa da kabak tatlısı yiycem ben” diyen bu bünyeyi anlayışla karşılayıp bir de kaymaklı cevizli kabak tatlısı ısmarladılar bana. Burada durmak istiyorum sevgili okur. Böyle bir tat yok. Aman Tanrım! “Yeaaa alt tarafı kabak diil mi işte”diyecek olanlar için peşin söylüyorum: bizim evde yaptıklarımız, yok işte orda burda yediklerimiz falan halt etmiş, öyle bir lezzet. Nasıl güzel, nasıl güzel... Bayıldım. Bu muazzam fark, hem kabağın cinsinden hem de pişirme yöntemlerinden kaynaklanıyormuş. Aceyip bişey, gidin yiyin en acil tarafından. Yalnız ben naçizane Kervansaray’ı öneririm; başka yerden de aldık sonra ama, ı-ıh, o tat yok.

Yemek ve tatlıdan sonra doymuş olabileceğimize ikna olmayan Bay ve Bayan Erol bizi bir de dondurmacıya götürdü. Kew’lerin bir nevi aile dondurmacısı “Kardeşler Dondurma”ya gittik. İsmi klişe ancak tat süper. Karamel ve kakaolu şahsi tavsiyemdir.

Cumartesi’ye  gelince; bu günü de meşhur Çark Caddesinde sürterek harcadık. Detaylarla boğmayım ama iki tane mekan tavsiyem olucak; 1. Rastaban. 2. Kahve diyarı. Güzel zaman geçiripi güzel tatlar deneyebilirsiniz. Cadde çok güzel, bence. Çeşitli tür ve boyutlarda birçok mağazaya ev sahipliği yapıyor. İki yerde iki şahane giysi beğendim alamadım, aklım kaldı. Bunun dışında zararsız şekilde atlattık günü.

Pazar Bolu’daydık. Kew’in daha önce de bahsettiği gibi Mine’yi veriyoruz efenim. Hatta verdik. Taktık yüzükleri. Hayırlı uğurlu olsun. Musmutlu olsunlar inşallah, forever. Nişan sade bir törendi. Sabah gittik akşam geldik. Sabah servisle terminale giderken, onlarca boş koltuğa rağmen benim yanıma oturmayı tercih eden ve oturduğu gibi kendi koltuğuna ek olarak benimkinin de üçte birini işgal ederek belimden itibaren dize kadar bacağımın sağ tarafını kısmi felce uğratan teyze dışında bi sorunumuz olmadı şükür. Mine’ye buradan bir kez daha mutluluklar dilerken, inşallah kendi yeğeni Sinem gibi tostombul, taptatlı çocukları olsun, ben de teyze olayım temennisinde bulunmak isterim. Çocuk manyağı bendeniz yine ısırarak sevilesi, yanakları mıncırılası ve dahası bunlar yapılırken asla sesini çıkarmayan bir adet bebek buldum işte orda. Çok tatlı ve bence herkesin böyle yumak gibi veletleri olmalı, evet.

Pazartesi 23 Nisan’dı bildiğiniz gibi. Biz çocukları sevindirmek için, Recep Amca da bizi arabaya attığı gibi “Poyrazlar Gölü: Cennetten bir Köşe” ye götürdü. Tanım bana ait değil, tabelada yazan bu. Çocuk kategorisinde Kew’in kuzeni Yasin’i de götürdük; kendisi bu dönem üniversiteden mezun oluyor. 
Rutin piknik faaliyetleri yeme içmeyi gerçekleştirdik. Bi de ayıp olmasın diye iki adım doğa yürüyüşü yaptık. Sonra benim dönüş biletimi almak üzere, Kew ve ben Çark caddesinde indik. Muhteşem piknik kostümlerimizle Çark’ta arz-ı endam ettik efendim. O kadar şıktık ki Kew’in bırakın çantası cüzdanı bile yoktu yanında. Eşofmanlarla fırlamıştı zaten. Ben neyse ki kotumu giymeyi ve çantamı almayı akıl etmiştim ama üst kıyafet olarak ben de içler acısı haldeydim. Ve bilin bakalım Murphy kanunları gereği ne oldu? Ta-daaaaa: Kew’in liseden iki yakın arkadaşı ile karşılaştık. Yaaa. Neyse ki baya yakın arkadaşlarıydı da pek sorgulamadılar, piknikten geliyoruz da eheheh falan dedik.

Akşama Kew’i kınaladık. Kınalamak derken, saçlarına kına yaktık yani. Yanlış anlaşılmasın. Gerçi önce babası da anlamadı olayı; Kew kına alıcam ben dediğinde ne yapıcaksın, nerene yakıcaksın gibi sorular geldi Recep Amca’dan ama sonra izah ettik. Bi de saça yakılmış halini gördü  de rahatladı adamcağız.

Salı’yı- yani benim Adapazarı’nda son günümü Serdivan AVMde geçirdik . Güzel sakin bir alışveriş merkezi. Üzerimde yeterli miktarda param olsaydı altını üstüne getirebilirdim ama biz yemek yiyip, d&r’ı dolaşmakla yetindik. Filmler açısından kurak bir dönem zannımca, net olarak sinemalarda bir bok yok diyebilirim. Ama olsa değerlendirilebilecek bir mekan.

Dönüşte dolmuşa bindik. Ve her zamanki dolmuşçu stereotipi dışında birine rastladık. Minibüs tıka basa doluydu ve kapıya yakın bir noktada ayakta dikilen bir kadın vardı. Şoför bey “hanımefendi hareket edicez” diye kadını uyardı. Bu durum karşısında şaşıran bünyelerimiz önce tepki veremedi. Neden sonra Kew: “amca sizin asıl meslek ne ola ki?” diye bi soru sordu. Adam duymadı ama biz cerrah falan olabilir diye düşündük. Hassasiyet gerektiren bir mesleğe mensup olmalıydı bizce. Ankara’da olsa o şoför basar gider valla. Uyarıymış, peehhh... Bu da böyle bir anımızdır.

Eve geldik, akşam yemeği yedik. Ben valizimi hazırladım. Evde Emine Teyze ile vedalaştık. Sonra gecenin bi vakti Kew ve babası beni arabayla terminale kadar götürdüler sağolsunlar. Kahrolmayasıca biletçinin bana kestiği bilette yaptığı hata yüzünden bir arıza çıkması ve 20 dk kadar rötar yapmamız ve benim bu süreçte şartellerimin atması dışında ciddi bir sorun olmadı. Bu noktada da çatır çatır isim vermek istiyorum: bence Ulusoy’un bazı çalışanları Metro turizmden transfer edilmiş olabilir. Sağlam kanıtlarım var. Her neyse, sonuçta sabahın körü itibariyle evim, köyüm, Paris Belediyesine bağlı güzide yerleşim merkezimiz Republic of Merzifon’a giriş yaptım. Adapazarı'nda alıştığım açık havadaki, lezzetli kahvaltı sofralarını burada bulamadım tabi, o bakımdan sabah bi şaşkınlığım oldu. “Dızmana yok mu yeaa annee” diye bi laf edecek oldum, annem beni orada ziyadesiyle şımarttıklarını ima eden cümleler kurdu sanırım; sabah uykusuzluğa da bağlı olarak biyoritmim ve bu bağlamda algılarım düşük olduğu için net olarak anlayamadım.

Sonuç; Adapazarı'na dair şahsi fikrim yaşanılası bir yer olduğu yönünde. Orada yaşamıyorsanız bile böyle dostlarınız varsa arada gidip görülmelik, bir iki günlüğüne gezip tozmalık bir yer. Değişiklik olur. Benim tek yadırgadığım şey, Ankara'da alışmış olduğum sulu, şelaleli, fıskiyeli caddeler sokaklar görememekti. Bir Büyükşehir Belediyesine hiç yakıştıramadım. Zaten alt geçitleri de bir tane, numunelik gibi... "Asfaltınız hayırlı olsun" afişleri göremedim diye üzülmüştüm ama "Terminaliniz hayırlı olsun" yazmışlar bari neyse. 

Ben çok güzel zaman geçirdim, yedim içtim gezdim, çok güldüm çok eğlendim. Emeği geçen herkese en içten teşekkürlerimi ve sevgilerimi sunarım. Ben de onları Merzifon’a beklerim, kocaman da öperim. 

P.s: Diyete başlamak zorunda kalıcam, o hiç iyi olmadı.

Saide Fatma Okudan
25.04.2012

25 Nisan 2012 Çarşamba

Adabazar

Beşeri talukattan ben, kendim olarak, nasıl da iradesiz ve dengesizim diye halen daha kendimi hayretten hayrete atıyorum. Olacak iş değil. Daha Saide'nin geliş haberiyle sekteye uğradı rejim. İlk günler biraz vicdan yaptım, yok şunu yemeyeyim, ay o kadar almayayım... Sonra koptum gittim. 

Dün gece Saide gitti ve ruh bedene döndü. Bu sabah yeniden çok pis rejim yapıyorum. Ciddiyim.

Saideli günlerimizi anlatmayacağım. Çok yüzeysel ve özet olarak "keyifli" der geçerim zira blogumu bir seferlik Saide'ye kiralayacağım. Bu kısa tatili bizim adımıza kendisi geçecek kayıtlara.

Ben öğretmen olacağım galiba.

Tepeden inme bir gelişme falan değil bu. Zaten sinsi sinsi, aylarca sabırla bir kenarda durup, lan sonunda gelecen sen bana diyen öğretmenlik, ayaklarıma dolanır oldu son günlerde. Anaç bünyeme anaçlık katacak bu güzide mesleği pratikte icra etme fikri ise halen günde beş öğün aklıma üşüşen düşüncelerden sadece bir tanesi.
Ne olacağına karar verme yaşımın hayli geçtiğinin farkındayım elbette. Dahili ve harici sebepler, psikoloji gelişmemdeki gecikmeler, mükemmelden biraz daha iyi olan şansımın bana rötar yaptıra yaptıra rötarlı ve atarlı bir insana dönüştürmüş olması... 
Önceki yazılarımda Adapazarı'nın yıllardır eziklediğimiz duruşundan biraz bahsetmiştim. Hepsini bir kez daha yalıyorum. Yutuyorum. 
Halt etmişiz biz onu gençler. 
Bakınız, zihniyet özünde aynı zihniyet, buna pek müdahale edilemeyeceğini zaten biliyorduk fakat ben gideli bu şehre olanlar azizim.... Adabazarlı'ya bir kaç beden büyük gelir.
Her ay bir kaç kere operaya gitmezsem işim yürümez; boğaza karşı şampanya havyar yapmazsam günüm geçmez gibi kıçımın kenarı takıntılarınız yoksa, Adapazarı bize yeter bir yer haline gelmiş. Hatta kimimize çok fazla. Gelişim çarpmış belli bir kitleyi.

Yüzeysel bir şekilde biliyorduk alışveriş merkezleri, cafeler vb alanların açıldığını. Bu kez denedim. En bulunmayacak kitapları sordurdum, vardı. Mönülerde en ender rastlanan yemekleri aradım, yapıyorlardı.
Velhasıl, kırıp dizini oturmaya gelen ben, yapabilir miyim diye gizliden bir korku taşıyordum. Sen özgür kız, memleketleri arşınla, sonra gel bahçeye nane maydonoz ek, domestik hayata alış... şeklinde.
Sanrım yapabilirim.
İstanbul... Eğer beni ısrarla çağırmazsan pekala sensiz yaşayabilirim. Çocuklar sende kalabilir.




18 Nisan 2012 Çarşamba

ilandır

Bu özünde sıradan ve bildik bir içerik saklamasının yanı sıra, oldukça da sıra dışı bir ilandır:

Kayıp arıyoruz.

Yakın bir arkadaşımızın hayatından endişe duymaktayız.

Dün gece Saide'yle bu konu üzerine kafa yorarken, sekiz kilo çekirdek yedik. Sonra da dürüm söyledik. Ama o olsaydı, sadece sunta yiyecektik...

İsmini zikretmek istemediğim malum şahsa -zira kendisi yeryüzünden silinmeye karar verdiğine göre muhtemelen isminin anılmasından da hoşlanmayacaktır- belki bu platformdan ulaşabiliriz diye düşündüm. Bu fikir dürümün son lokmasından sonra ıslak mendille ağzımızı silerken aklımıza geldi. Üstüne bir de geğirmedik, o böyle şeyler yapmazdı. Onun anısına olan saygımızdan ardından tatlı bile söyleyemedik, ar ettik. 

Günler önce bıçakla kesilmişcesine kopuveren iletişimimizi ilk fark eden Saide oldu. Etrafı boş gözlerle saatlerce süzdükten sonra, aklına nihayet bana mesaj atmak geldi. Fakat heyhat! Tüm arama çalışmalarımız neticesiz kaldığı gibi, kendisinin tüm mail adreslerini, twitter hesabını iptal ettiğini de acı acı tecrübe ettik.
Sular idaresini aradık. Belki suyu üzerine almıştır da bir sabit telefon numarası bırakmıştır diye. Olmadı.Hacettepe Öğrenci İşleri bizi zaten sallamadı. Çıkar bi yerden dediler.

Nerede bir kahve reklamı görsek içimiz yanar oldu. Diyet bisküvileri alıp biriktiriyoruz, belki bir gün yine gelir diye.

Hisli ve düşünceli bu arkadaşımız ki bizi hiçbir doğum günü, paskalya, kandil, noel günü ve dahi altın gününde kutlamayı unutmamış, daima iletişimi sürdürmüştür. Ani yokluğu elimizi kolumuzu bağladı.
Kendisini özlemle anıyoruz...

Sayın mizantrop, tepki vermesen de en azından blogumu okuduğundan şüpheleniyorum, bari okudum diye bi çaldır ve lütfen bizi salla.

16 Nisan 2012 Pazartesi

domestik teyze

Hayır... Hala canımı sıkan bir şey yok. İşsizlikten hala ölesiye memnunum ve bir kaç haftaya kadar beş parasız kalacağımı bilmek dışında üzücü hiçbir şey yok.

Evde ilk günler tam da beklenen şekilde seyretti. Temizlik yapıldı, komşularla kapı önü sohbetleri edildi ve dahi akşam oturmalarında bir araya gelindi. Bu da bitti. Bu hafta gezme haftası. 
İstanbul'dayım. Saide'yle buluşup hafta içi İstanbul'un dibini boylayacağız ve sonra onu medeniyetin beşiği, sosyal yaşamın merkezi Adapazarı'na götüreceğim. Kendisi, kendi deyimiyle Republic of Merzifon'da ikamet etmekte. Yani benimki kızı bir metropolden öbürüne savurmak olacak ama neylersiniz, her daim uçlarda yaşıyoruz işte.

Çok da ezmek istemiyorum memleketimi. Hakikaten bazı mevzularda kördür, bilenmeyecektir de. E küçüktür, büyümeyecektir de. Nitekim bu onun sorunu değildir. İl mi olsun, n'apsın. Sonuçta sosyal gelişmişlik anlamında kat ettiği yolu da göz ardı edemem. Pek çok kafeler, restoranlar, alışveriş merkezleri açılmış son zamanlarda; esasında gidip Adapazarı'nı baştan öğrenmem gerekiyor. Ben lisedeyken yaşam alanı ciddi anlamda çok dardı.
Şahsen ben git kendini çok sevdirmeden mottosuna uyarak ergenliğimin sonlarında gençliğimin başlarında, çok güzel bir zamanda ayrıldım evimden. Haliyle şana şöhrete büyük şehre doymuş kişi olarak da şimdi eve dönmek benim için güzel şeyler demek. Farklı hayatlar tecrübe edip dönünce, artık bünyenizin kabul edemeyeceği aktivitelere/durumlara dur diyebiliyorsunuz. Bu küçük dünyada, içinde eriyip gitmeden yaşamak güzel. Gayet iyiyim özetle.

Bu hafta sonunda arkadaş grubumuzun ikinci firesini veriyoruz; Mine nişanlanıyor. Yani biz nal toplayalım.
Her şey çok ani gelişti. Ağaçların altında ağzımızda pipet, elimizde dürüm yayıla yayıla şiir roman çalıştığımız günler nasıl da uçup gitti. Mezun olduk, iş bulduk, çalıştık, yetmedi iki yeni yetme tuttu bize "kadın" dedi, şimdi de nişanlanıyoruz. Aklım almıyor.
Gençler konuşmuş anlaşmış, bana halt yemek düşüyor; mutluluktan fenalık geçirmelerini dileyebilirim ancak.

Rejimi soracak olursanız iyi gidiyor. Ama Saide gelince büyük darbe alacak. Tayfa Metropolde yazımı bilenler Saide'yi de hatırlamışlardır; ve bizi birbirimize ve hayata bağlayan cuisine (gırtlak yerine bunu kullanınca çok koymuyor) sevdamızı.

Unutmadan, facebook beni de tünele soktu, iyice tadı kaçtı sanal alemin. Yenilik yapmış sözde, kör olmayasıca. İçine etti.

İstanbul'dan ebadı belli olmayan bir süreliğine ayrılmak, ki gerçek bir ayrılış değil tabi bu, problem değil ama benim aç gönlüm her şeyi bir arada istiyor. Evim olsun, annemler olsun, yemyeşil bahçem olsun, gürültüsüz olsun, işim olsun, ama O da olsun. Ama hem çörek hem de börek bütün durmuyor. Bütün parçalarımı alıp da bir yerden bir yere tam tekmil gitmem zaten hiç mümkün olmadı.

Bir kanepe, bir bilgisayar, bir kavanoz kahve, biraz kitap biraz müzikten ibaret bu serkeş, bu başı boş hayat; ev terlikleri, mutfak önlükleri, sehpa örtüleriyle taçlandırılmış domestik bir hayata doğru dikkate değer bir dönüşüm içerisinde.


Otokontrolü bırakmayacağız ancak! Günlük komşu teyze dozunu asla aşmayacağız. Çark Caddesi'nde kim kimi kimin kızıyla görmüş tadındaki, o bir türlü aşılamamış, rezil ve boş beyin ürünü dedikodularla altın vuruş yapıp kendimizi kaybetmeyeceğiz.

Bu belki de kısa bir tatildir. Geçicidir. Belki yine elde bir valiz yeni bir macera başlar bu şehrin bir yerinde. 
Ama hemen değil.
Bir süre değil.



11 Nisan 2012 Çarşamba

baba ocağı ana kucağı

Dün İstanbuldaydım, evdeydim.
Dikkatinizi çekmek isterim ki dün Salı idi. Nasıl evdeydim? Çünkü ben artık özgürdüm.

Evde ve boşluklardaydım. Vücudum alıştığı üzere yine erkenden uyandı. Evde n'apılır diye düşündüm, anneme bile sordum. Ev hanımlığına giriş temel derslerine dün itibariyle başlamış oldum; kırmızı plastik eldivenler, cif, oluklu sünger.

Adettendir; ev işleri bitince gezmeyi hak etmiş ev hanımı ben, Akmerkez'e attım kendimi. Sevdicekle bir öğle yemeği yedik, kısaca vedalaştık. Otobüsten inecekken önümdeki iki liseli kızdan biri ötekinin kolunu çekiştirip kadına yol ver, inecek dedi. Bana kadın dedi. Üstümde kırmızı mantomla inci küpelerim vardı, bu yüzden mi, yoksa yüzümde artık kadınsı bir ifade olduğundan mı?
Bu kadın-kız ayrımı hassas bir konu benim için. Bizim cinse bayan demek gibi bir sosyal hitap olayı değil bu. Yalnızca medeni haldeki bir değişiklik de değil; ya da bedendeki bir değişiklikle kazanılan bir unvan hiç değil kadınlık. Kadınlık bir hava meselesi çoğu kez. Duruşunda, ellerini hareket ettirişinde, çantasını kavrayışında, karşısındakini dinlerken başını yana yatırışında, onaylayan veya reddeden bakışlarında... Dolayısıyla her beden için farklı zamanlarda edinilecek bir hal. O kız bana kadın dedi. O kızdı çünkü, sesli konuşuyor, gözlerini kırpıştırıyor, seri hareket ediyor, dikilirken ağırlığını bir bacağına veriyor, elini arkadaşının omuzuna koyup destek alıyordu. Benden başka kim baksa ona kız derdi.
Başkası bana böyle hitap etmemişti daha önce. Sevdim ya da sevmedim diyemem. Tuhaftı.

Hava güzel olsa İstanbul turlarıma bir yenisini daha eklerdim, Adapazarı'na, aileme dönüşü biraz daha geciktirir, kendimi dinlerdim. Sabredemedim. Akşam üstü kaptım bilgisayarımı geldim. Son sürprizimi yaptım.

Annemle rejime başladık bu sabah, çiseleyen yağmur altında yürüyüş yaptık. 
Şu an çok açım, bu kadar az yemiyordum ne vakittir. Ruhta ve bedende hafiflik iyidir, biraz dayanalım.

Şimdilik her şey yolunda. Ofisi düşünmüyorum, saate bakmıyorum, henüz iş de aramıyorum.

Demek ki ev kızlığı da bizden geçmiş. Ev kadınlığı öğreniriz madem biraz da. Fakat öyle ev kadınlığına level atlatmaya filan gelmedim. İddialı değilim. Günlere de gitmeyeceğim. Toz aldıktan kelli bütün gün kitap okuyup, dizilerimi seyredip cool cool oturacağım evimde. Arz ederim.


6 Nisan 2012 Cuma

Oh Yeah!



Şimdi radyolarımızın sesini biraz daha açalım:

İşten ayrıldığı için mutluluktan ölen kız kulaklarınızda! 




Te böle.


Devrelerim her şeyde olduğu gibi bunda da ters işliyor demek ki. İş bulunca sevinen garip insanlar var şu dünyada. Mesele dizginleri atabilmek-miş. 
Kanım temizlendi, dolaşımım hızlandı, başım dönüyor, terliyorum, devamlı gülüyorum.
Tepkilerim yarın itibariyle normale dönecektir. İlk zamanlar olur böyle taşkınlıklar.

Tüm İstanbul! Muhtelif yerlerde muhtelif "iş"lerden çıkıyorsunuz değil mi, evlerinize doğru metrolar, metrobüsler, tıklım tıkış...? 
Haydi bakalım, o zaman şimdi eller havaya! Eşlik ediyoruz. 
Kapitalizmin dibine dibine veriyoruz!


Son çayımı şerefinize fondipliyorum.

Bu frekansta kalın!

Öpçük.

4 Nisan 2012 Çarşamba

fotoroman

Bir genç kızın... diye başlayıp, hayatı, günlüğü, acıları falan fıstık diye onlarca şekilde devam eden onlarca başlık biliyoruz. 
Bu da onlardan biri: Bir genç kızın evrimi...Bir başka deyişle, İşten çıkış ve özgürlüğüne dönüş manifestosu.


Başlarda böyle olacak zannediyordu. 



Birkaç kadın ip gibi yan yana dizildiler; mülakat, gerginlik, atıp tutmalar, derken bir masa bir zımba bir yazıcı, olley!






Bir zaman sonra vücudunda seyirmeler başladı. Boyun damarları şişene kadar telefon konuşmaları, poposunda çamaşır izi çıkana kadar uzun oturuşlar... 
Bu görüntü silikleşerek zihninden uçup giderken aynı zamanda kahvaltı edebilme özelliği de sona erdi.
Bünye mıncırılmış hamur toplarından ibaret poğaçalardan gayrısını tanımaz oldu.







Zaman gene geçti. Zaten öyle de böyle de geçiyor kör olmayası, damla damla...




İş yaşamına dair pek çok istatistiki bilgiyi gözden geçirdi; kendine bir kategori bulmak istedi. Hırslı vamp kadın, kanaatkar şişman kadın, hayatı sorgulamayan salmış kadın, çalışkan sorunlu kadın, çalışan sorumluluklu kadın, çalışmayan sürünen kadın, çalışmayan muhtaç kadın, çalışan aciz kadın...



Hani en son şu fotoğraftaki kadın olmayı da istedi: 







Çalışan, kendiyle barışık ve şanslı kadın...

Tabi şans demişken, muhatap almak zorunda olduğu zatlar genellikle böyle oldu:

Hani öyle ki, ima ettiğim kelimeyi alenen söylemeyeceğim, zira bu resmi yalnızca emsal teşkil etmesi açısından kullanıyorum, bu karedeki hayvanı tenzih ederim.








Sonra o da n'apsın...


Şu isyan bile elinde patladı neredeyse. 


Rüzgar genelde tersten esti durdu. Gemisi batmadı tabi ama yelken direği kafasına indi, güverte demirleri kıçına battı.
Tek derdi şu cruise gemisine binerek Myanmar açıklarında kaybolmak. Bengal Körfez'inin bir yerlerinden yüzerek bir yerlere çıkmak. İnsani standartlarda keşfedilememiş yeteneğini bu şekilde ispatlamayı düşünüyor. 













Sonra kameralara dehşet açıklamalar yapacak; kurbağa yedim, kaplan eğittim, hayatta kaldım...




Ve neden sonra bu olay da gündemden düşecek ve o kendiyle baş başa kalacak.
Ayaklı lambanın okuma ışığı yanacak. Omuzlarında bir battaniye, sallanan koltukta otururken diyecek: