27 Aralık 2011 Salı

metrobüs kesişmeleri

İstanbul'da insan olmak zor iki gözüm.
Ne bir ironi, ne sarkazm, ciddi söylüyorum. 

İnsan kendine yabancılaşıyor bu şehirde. Hani hepimizin içtiği aynı su, aynı ayran; yediğimiz aynı dürüm, aynı simit. Ama sanki ben değil de o yerken, çok acayipmiş gibi, yeni bir şeyi keşfedermiş gibi seyrediyorum bazen. "Ben bunların yemek yediklerini bilmiyordum, a su da içiyorlar" gibi. Ölümüne sıradan şeyleri, çok enteresanmışcasına izlediğim zamanlar oluyor. Sadece yiyip içmek de değil; insanların müzik dinlerken, mesaj yazarken, camdan dışarı dalıp giderken yüzlerini inceliyorum.  Hiç kendimden bilmezmişim gibi, yeni geliyor. İnsan türünü incelediğim ve öğreniyor olduğum hissine kapılıyorum. 

Ve bu türü doğal ortamında inceleyebileceğiniz en güzel mecralardan biri metrobüstür. 

Metrobüs bu şehrin toplu taşımasının can damarlarından biri. Burda ilişkiler çok hassas. Samimiyetle yok sayma arasında ince bir çizgi var. Duyarlılıkla öküzlük arasındaki kadar ince.


Duyarlılık demişken; öyle yaşlıya, gebeye, gaziye yer vermeyen hayırsızlardan dem vurmayacağım, yok. Benim daha çok komiğime giden bir şey var. Metrobüs beklenirken insanlar birbiriyle tipik durak sohbetleri yapabiliyorlar. "Az önceki çok dolu geçti, bu dursa bari çocuğunuz da var, saatiniz var mı?, aman biraz kenarda durun da, pek hızlı geliyorlar" gibi bir sürü sevecen cümle duyuyorsunuz. Sonra o metrobüs duruyor. Kapı -genellikle- ağzına kadar dolu. Kapı bir açılıyor, az önceki sevecen teyze bir atılıyor öne, efendim nerede kaldı az evvelki sohbet muhabbet... İçlerine şeytan kaçmış gibi, can hıraş bir itişme kakışma. 

Nezaket zar gibi bir perde, söz konusu menfaat, bir nevi yaşam savaşı oldu mu, yırtılıveriyor işte. Sahiden komik bir uçurum bu. Kendini içeri atanların gözler fıldır fıldır; hani kaldıysa kıçımızı koyacak bir yeri sakın kaçırmayalım der gibi. Önce fiziki şartlar mümkün mertebe sağlanıyor, sonra insanlık bedene geri dönüyor, malzemeye denk gelmişseniz eğlence başlıyor.

Dün akşam da yine hınca hınç dolu bir tanesine rast geldim. Birkaç durak sonra ortama ve ilk bindiğinizde müthiş rahatsız olduğunuzu düşündürten boruya bile alışıyorsunuz. Hatta o boru ki, biraz sonra "aa iyi oldu bu ya, sırtımı yaslayayım şöyle, çantamı da sıkıştırayım hatta şuracığa, heh, valla oldu" gibi tesellilere, mutluluk, hamd belirtilerine sebep oluyor. Sıkıştığınız köşe, kapı iniş-biniş trafiğinden uzak, kuytu geliyor, metrobüsün şanslılarından sayıyorsunuz kendinizi.  
Dün de böyleydi. Orta bölümdeki akordeonlar önce kıçıma ve belime battı, ama sonra, benimsiyorsunuz işte.

Dün akşam konuşlandığım o köşeden insanları seyrettim. Öyle sığırca gözümü dikip bakmadım tabi, uzmanım ben bu işlerde.
Hemen herkes istisnasız cep telefonuyla meşguldü. Camdan yansıyan ekranlarından gördüğüm birkaçı okey, angry birds vb oyunlar oynuyorlardı. Kızlar genellikle mesaj yazıyor, ya da müzik dinliyor. Mesaj yazanların ağzının kenarında çarpık, hoşnutlukla yaramazlık arasında gidip gidip gelen bir gülümseme. Sallanan ayaklar, yerde tıp tıp tempo tutan ayakkabı burunları. Ellerini kucağında kovuşturanlar, dizde tempo tutan parmaklar.
Kendimi hariç tutarak, herhangi didaktik bir mesaj verdiğim, "şu insanlara bak, hey gidim hey"vari şeyler dediğim bir gözlem değil bu. Sıradan, gerçeğimiz işte.

Metrobüsü, içinde harcanan zaman bakımından azımsamamak lazım. Orada ciddi bir vakit geçiyor, dolayısıyla oradaki yaşanmışlık da hakkı verilmesi gereken bir münasebetler zinciridir. 

Şöyle ki:

Oturanlar ve ayaktakiler olarak iki grup var, malum. Oturan şanslılarla ayaktakiler genellikle birbirleriyle ilk ve son teması binişlerde yaşarlar. Cam kenarındakiler zaten içeriyle çok fazla haşır neşir olmazlar. Koridor kısmı ise omzuna, kafasına değen çantaları şöyle bir savuşturmak, veyahut aldığı istemsiz ama sert bir darbenin ardından "cık cık cık"lamak için kafasını şöyle bir kaldırır, yerinde kıpırdanır.
Olay ayaktaki yolcular arasında akar. Akşamları koyu camlar ayna görevi görürken, cama doğru dönerek ip gibi dizilinir. Yan yana duran yolcular birbirlerini camdan incelerler. İlgilerini çeken bir şey varsa da, rengini, biçimini veya markasını net görebilmek için şöyle bir kafasını çevirir gibi yapar, fotoğrafı çeker, click! ve gene gözler siyah cama döndüğünde çektiği görüntüyü sindirir. Bu bakışlar çeneden aşağısını incelediğinde gerginlik yoktur. Bu şekilde kıyafetler ve tarz da inceden bir süzülür. 
Yaşlılar ve gençler arasında çok fazla göz teması fark etmiyorum ama yirmili ve otuzlu yaşlar, kadın erkek çok hareketliler bana kalırsa. 
Sıradan hareketler sırasındaki, gayesiz göz göze gelmelerden, insancıl temaslardan bahsetmiyoruz elbette. 


Bir grup var ki, metrobüste flörte bayılıyorlar. Hadi ama aptal değiliz işte, "camdan cama" bakıyorsunuz bir birinize. Sonra biriniz cesaretini topluyor, yüzünü içeri doğru, ya da dolaylı olarak yüzünü gösterebileceği bir tarafa dönüyor. Bakışları daima sizin omzunuzun arkasına, uzaklara. Ama mutlaka size doğru. Birazdan yine -hay Allah- değecek bakışlarınız kafanızı çevirirken, gayri ihtiyari. Click. Bir saniye.

Sanki böyle her saniye birikiyor birikiyor. İnilecek durağa gelindiğinde koca bir ilişki yaşamış ama aradığını bulamamış gibi, biraz küskün ama mağrur bir şekilde çeneyi uzatıp, kafayı dikip metrobüsten bir inişiniz var... Acayip. 

Dalga geçmiyorum. Ne haddime. Flört değişik bir şey, psikolojik temelini bilemem, çok da merak etmem zaten ama benim naçizane gözlemim aynen de böyle işte. Çünkü cafede, pastanede filan bir yere kadar makul; fakat insanın asli ve aslında yegane amacının bir yerden bir yere gitmek olduğu bir araçta, üstelik çoğumuzun dövülmüş köpek gibi yorgun ve bitkin olduğu iş çıkışı saatlerinde, sizlerdeki bu hayat sevinci ve enerjisi beni şaşırtıyor. 

Sonra şu kalabalığın arasına karışıp gidiyorsunuz. Az önce kendi çapınızda, kendi kriterlerinize alet edip, durağa gelince de bir mendil gibi buruşturup attığınız, fakat kendisinin haberi ve umru olmayan adamı ya da kadını ardınızda bırakarak.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumu olan insanlara bayılırız biz.