31 Ekim 2011 Pazartesi

Tayfa Metropolde

Bu sabah bir pazartesi sabahı. Hız treninde gibiyim. Tansiyon bir çıkıyor bir iniyor. Geçtiğimiz iki gün son derece keyifli, adrenalin ve serotonin seviyelerimin yüksek olduğu günlerdi. Arkadaşlarım geldi Ankara'dan. Ankara bir kaç ay öncesine kadar "benim"di. Ben de orada yaşıyordum ve aklıma oradan misafir ağırlayacağım gelmezdi, ve tabi misafir olarak gitmek zorunda kalacağım da... Neyse. Kızlar benim üniversiteden iki tatlı arkadaşım. Üşenmediler sağ olsunlar, geldiler. İşten pestil gibi çıkmama rağmen çok sorun etmemeye çalıştık fiziki hallerimizi. Başta, çok daha aksiyonlu planlar yapmış olsak da hepsine asla uymadığımızı itiraf etmeyi kendime bir borç bilirim.
Önce biraz grubu tanıtayım: Saide bana sosyal hayatta en çok ayak uyduran arkadaşımdır herhalde. Beraber çokça zaman geçirmemizden de kaynaklı olarak, suyu çıkmış bir tanıdıklık, hani içini dışını bilirlik, her bir şeyde hemfikirlik vb. hallere sıkça rastlarız. Meryem ise aslına bakarsanız günlük hayatta pek benzerliğimiz bulunmayan ama beraber zaman geçirirken pek eğlenebildiğimiz arkadaşımdır. Benzemeyiz diyorum çünkü... Örneğin, Meryem'in günlük ana besin maddesi sade kahve (galon galon) ve kepekli sunta bisküvidir. Vejeteryandır. Peynir yiyip süt içtiğine şahit oldum, meyve yediği de söyleniyor fakat ben henüz onu görmedim şimdi bir şey demeyeyim, yalan olmasın. Vücudundaki proteinden şüphelerim var fakat karbonhidrat konusunda çok şükür içimiz rahat. Meryem'in ana öğünü elma dilimi patates kızartmasıdır. Her daim yiyebilir. Okuldayken patates türevi olarak kumpir yediğine de tanık olmuşluğum vardır, sade, iki üç bezelye ve havuçla renklendirilmiş. Ama öyle çorba, sulu yemek vs. önermenize gerek yok. Üniversitenin ilk yıllarında nispeten daha etli butluydu, zamanla komalık derecede kahve ve (reklama girebilir sorun değil, biz bizeyiz) Altınbaşak bisküvi tüketimi yüzünden iyice süzülmüş. Fit fit geziyor hanım aramızda. Meryem başka türlü de değişik biridir, özeldir. Anlatsam da tam ifade edemem, görmek lazım. Gerçi görülse de zaman geçirmiyor, ortak bir şeylere dahil olmuyorsanız, size bir alien kadar uzak gelebilir. Öyle değildir. Biz biliriz, bu yeterlidir. Başka türlü dedim, başka insanlara karşı alışılmadık derecede hassastır. Ancak bir çocuğun olabileceği kadar ince fikirlidir. Yolda, mağazada, cafede her hangi birinin yüzüne bakıp ne duyguda olduğunu anlamaya çalışabilir, üzgün olduğunu hissediyorsa durduk yerde adama sevgi besler, anlayış göstermeye çalışır. Öyledir. Kimse için kötü bir şey söylediğini henüz işitmişliğim yoktur. Küfürden sayılan kelimeleri kodlayarak ya da harflerini ayrı ayrı okuyarak telaffuz eder, çok mecbursa. Aile, çoluk çocuk sahibi olmak ona feci uzak kavramlardır. İnsan sorumluluğu, ona kaldıramayacağı kadar fazladır, hele bir "koca"ya bağlandığını, ortak bir hayat sürdürebileceğini henüz düşünebilecek durumda bile değil. İnsan yavrusundan ziyade hayvan yavrularına sempati duyuyor. Kedilere deli oluyor. Bu görüşümde Meryem'i üzüntülü buldum. Üniversitede arkadaşlık yaptığımız bazı arkadaşlarımızın vefasızlığından yana dertliydi. O ki onları her zaman yüceltip kıymet vermiş, dahası, sorgusuz sualsiz bize 4 sene notlarını da vermiş (Meryem not tutucudur. Delirmişcesine yazar. Hoca hapşursa, o esnada telefonu da çalsa o durmaz, anları yakalar, defterine geçer. Biz de çalışırken ayıklamak için deli oluruz) fakat okuldan sonra hiçbir hal hatır mesajına cevap alamadığı gibi sanal ortamlarda da yalnız bırakılmış. Aynı zamanda başka bir arkadaşımız tarafından hayat anlayışı eleştirilmiş, kimsenin haddine olmayan yorumlar bol keseden yüzüne söylenmiş. Üzülmüş. Yine de bir şey dememiş tabi. Biz bunun o kadar farkına varmadık ama o içerlemiş. Meryem kadar pıtırcık biri de içerliyorsa bazı şeylere, sorun büyük demektir. Dilerim ki bahsi dolaylı olarak geçen şahıslar, günlük telaşlara kapılıp gelip geçici arkadaşlıklara tav olarak bizi unutmazlar. Ha ben Meryem kadar sallar mıyım? Sanmam. Dedim ya size, bana bir noktadan sonra hiçbir şey fazla koymaz. Çok üzülürüm, taş değilim, ama gidip de iş edinmem.
Evet şimdi çevirelim fotoğrafı. Arka sayfaya geçelim. 
Aman Yarabbi! Saide...
Bu ana kadar anlattıklarımı tersten mi okusanız, ya da bütün fiillere birer olumsuzluk eki ekleyip mi okusanız bilemedim. Tamam ben anlatayım. Saide de yukarıda çizilen too good to be true tablonun aksine yemek yemeyi çok sever. Farklı tatlara açıktır. Vücudunda değil proteine, eminim bir çoğunuzda olmayan moleküllere rastlanabileceği, yemek-arkadaş-geyik üçlüsünü hayat tarzı ve başlıca terapi metodu haline getirmiş güzide bir insandır. Obur değildir. Onun bir zevki vardır. Her şeyi üst üste yiyebilir, ama onların da kendine özgü bir sıralaması vardır. Kendisiyle her daim sinemaya tiyatroya gidilebilir, mağaza vitrin dolaşılabilir, indirimlere bağlı olarak cam çerçeve indirilebilir, her yerde her lezzet denenebilir...Duygusal meselelerle -pek duygusal olmadığından olsa gerek- alakadar olmamakla birlikte, dedikodu, kültürel haberler konusunda donanımı iyidir. Hayata bakışı klasiktir. O da senin benim gibi vakti gelince evlenip bir yuva kurmak, çoluk çocuğa karışmak ister. O da kedileri sever ama Meryem kadar değil. Ondan farklı olarak insan yavrularına da hayli ilgilidir, özellikle koca suratlı, elma yanaklı ve boğum boğum olanlara karşı. Bu hal onu anaç biri olarak hayal etmemize de imkan verebilir. Ev işlerini de gerektiği kadar gerektiği zamanlarda yapmaktadır. Genel itibariyle dağınıklığa bayılan ama "ele güne" karşı kendini bilen, akça pakça olabilen bir karakterdedir. Benim kaderim midir nedir, hastalık hastası olan yakın arkadaşlarımdan biridir o da. Astımdan alerjiye her şeyimiz mevcut çok şükür. Amelie'yi bilirsiniz herhalde. Filmdeki cafenin sigara bölümünde çalışan Georgette gibi biraz. Rengarenk haplarımız, fısfıslarımız, solüsyonlarımız var. Saide'nin annesi de eczacıdır. Düğüm burada mı acaba? Çocukluğuna mı inmek lazım bilmiyorum. Neyse, ömür boyunca acil şifalar diliyorum, Allah başka dert vermesin.
Çeviriyoruz... Burada görmekte olduğunuz resim benim ve uzun uzun bahsetmeye gerek duymuyorum. Saide'ye çok benzerim. Ona ek olarak ben daha romantik, daha duygusalımdır. Benim edebi yönüm daha ağır basar. Ben kelimeler cümleler kullanıp zahmetler ederken o bir karikatür, bir çizim veya şekille son noktayı koyup mesajı verebilir. O da ben de patavatısızızdır. Meryem'den yüzde yüz farklı olarak, gıyaben sallamaya bayılır, hak hukuk konusunda "o kadar da" ince düşünmeyiz. Kötü müyüz neyiz?

Neyse efendim, dalgalandık durulduk. Kısa öz bir İstanbul turu attık. Kısaca ona da değineyim. İlk gün Sultanahmet ve civarında yürüyüş yaptık, Galata'dan Taksim'e geçtik. M&N'de oturduk kahve içip İstiklal'i seyrettik. Tur attık, mağazalara girip çıktık. Şapka aradım ben, Saide de deri eldiven diye tutturdu. Atlas Pasajı'na da girdik tabi, pılı pırtıyı kurcalayıp komik gözlüklere güldük. Çok yorulduk, hava da soğuktu. Mado'ya geçtik. Isındık, sonra meydana doğru yürüdük. Educa'nın İstiklal Caddesi temalı bir puzzle'ı vardır, meydan tarafından çekilmiş bir fotoğraftır. ben bunu yıllar önce tamamladım ve o zaman henüz İstiklal'e gitmemiştim. Ne zaman İstiklal'e girsem caddeye geniş açıdan bakıp puzzle'ımı görüp keyiflenirim. Saide'ye de oracıkta aktardım bu kısa hikayeyi. Sonra da eve döndük, uzun bir otobüs yolculuğuydu tabiki. Zor şehir İstanbul. Normalde ertesi gün hedefte Bebek vardı. Pazar sabahı oldu, kimseden "hadi gidelim"vari bir ışık alamıyoruz. Üç araçla gidebileceğimiz için sanırım, ve tecrübelerimiz daha dünden taze olduğundan kıpırdamadık. Bilmeyenlere, unutanlara, ben Merter'de oturuyorum. İkindiye doğru Bakırköy'e geçtik, sahili turladık. Donduk. Marmara Forum'a gittik.Amaç akşam yemeği yemekti .Pizza House'ta oturduk. Yemeğin sonuna doğru avm tarihinde çok az rastlanacağına kalıbımı basacağım bir olay yaşadık. Elektrikler gitti. Ben birkaç saniye, herkesin elektriğini kesebildiklerine göre çok "önemli" birinin doğum günü kutlaması olabileceğini bile düşündüm. Saf mıyım neyim. Ne bileyim, jeneratör olmaz mı yani koca avmde...Olay zaman geçtikçe alay etme haline dönüştü. Forum'un sağ yanı komple karanlıkta. Müşteriler şikayetçi, dükkan sahipleri yönetime tepkili filan. On dakika kadar sonra solun elektriğini kesip sağa elektrik verdiler. Sonra bu nöbet tekrar değişti. Anlam veremedik. D&R'a gitmek isteyen masum köylülerdik. Mağaza karanlıkta kalınca çalışanlar da kapıya dizilmiş, kimseyi içeri almıyorlardı. Elektrik o tarafa gelince koştuk hemen. Herhalde o sevinçle hepimiz birer kitap dergi almadan çıkmadık. Sırayla ışıklı dükkanların shift değişimlerine göre dolandık işte. Enteresan bir deneyimdi. Yine benim bahtı karalığım konusunda hemfikir olarak evimize döndük. Evde saçma sapan fotoğraflar çektik.Vedalaşma moduna girdik sonra. Uyuduk.
Şimdi Ankara'ya doğru yoldalar. Yine gelsinler.

Bu sabah tansiyon normale döndü. İşteyim. Günlük uğraşlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumu olan insanlara bayılırız biz.