24 Mart 2012 Cumartesi

cumartesi dürbünü

Şehir bütün gün çığlık çığlığaydı. Kornalar, martılar, bağırarak konuşan kadınlar, küfreden şoförler ve ağlayan çocuklardan bir demet İstanbul cumartesisi.

Öğle saatinde güneşle beraber attım kendimi sokaklara. Böyle bir turistik coşku var üzerimde. Karış karış gezeceğim, fotoğraf çekeceğim, insan manzaraları filan... Tramvayı hesaba katmamıştım. Yani orayı atarsak hakikaten cool turist resmini gerçekleştirdim denebilir. 

Hacimce doldurduk tramvayı. Oksijensizlikten başkalaşım geçirenler oldu içeride. Işığı gören herkesin kendini yollara vuracağını hesaplayamadım tabi ben. Burkalı kadınlar bindi bir durakta, yaşlı amcalar, problemli çocuklar falan. Sefiller canlı canlı oynanıyor. Bu esnada müzik bari dinleyeyim dedim. Bu acınası tabloda mp3 çalarımdan kulaklarıma dolan melodiyle suratımı bir absürtlük rüzgarı yalıyor. Vivaldi'nin Autumn'u çalıyor. Bu keşmekeşin içinde şaftın kaymış ama sen salon kadını çizginden aman kayma. Senelerdir elime almadığım aletin ettiği oyuna bak sen. Tüm avamlığımı ve müşkülatımı çarpıverdi suratıma kırmızı halılı dev salonlardan bir Vivaldi. Usulca çekiverdim kulaklıkları aşağı, sallandırdım tişörtün yakasından içeri. Müzik ziyafeti boğazıma dizildi nitekim.
Çemberlitaş'ta dar attım kendimi aşağı. 

Bir hava bu kadar mı güzel olur. Sultanahmet'e yürüdüm. Çok az Türk vardı sanırım bugün. Benim içimdeki cool turist iyice gazı aldı haliyle. Uçuyorum. Sanki tatile gelen, ısrarcı restoran esnafıyla şakalaşan sarışın turist benim. İnsana karışmıyordum nicedir, söylemiştim. Aktım gittim bugün. Eminönü'ne indiğimde insana karışmanın dibini buldum artık. Balık+turşu da yapamadık tabi o hengamede. 
Deniz bugün pırıl pırıldı. Galata'da olta koyacak yer yoktu ve balık nasıl bolsa artık, bazı balıkçılar dev leğenler getirmişler. Köprünün altındaki balık restoranlarında çok şapşal adamlar çalışıyorlar. Önümde giden Alman turistler sululuklarından iğrendiler. 
Tırıs tırıs Karaköy'e geçtim. Oradan Kabataş'a.

Bugünün, Kabataş'a kadar olan notlarından çıkarılan en tatlı tespit bu amcanın tespikidir, yerim ben onu ya:


Sekiz aylık İstanbul yaşamımda bir ilki denedim; fünikülere bindim! Ben daha fantastik bir şey hayal etmiştim, bir numara yok. İnerken kaba kaba Yunanca konuşan kızları fark ettim, dayanamadım, yürüyen merdivenleri fırsat bildim, laf attım. Normalde hiç sevmem bir yabancının diyaloğuna bodoslama müdahil olanları. Her zaman olduğu gibi yine bağıra bağıra konuşuyorlar ve daima sevecen ve neşeliler. 

Taksim'e çıktığımda yeni bir insan dalgası üstüme üstüme gelmeye başladı. Yılmayacaktım. Herkes gibi benim de hakkımdı, itiş kakış da olsa ben de İstanbul havası alacaktım. Gezdim durdum İstiklal'i karış karış; kitapçıları, kafeleri... Çikolata vitrinlerine karşı koyamadım. Yeni kitaplar aldım. Sevim Burak/Yanık Saraylar ve Münir Göle/Yansılar Kitabı. 
Kitabevlerine girmeyi çok seviyorum; ama bugün bir şey fark ettim. Başka mağazalarda, örneğin ayakkabı bakarken, dvd seçerken, elbise alırken kimseye rehavet çökmüyor. Millet pire gibi, birbirinin elinden kapan kapana, işini görüyor. Ama kitapçılarda dolaşan insanların, bir kere belli bir yürüyüş tempoları var. Ortamın havasından mı, görenek mi bilmiyorum, sanki bir metronom var; hemen herkes aynı tempoyla dolanmaya başlıyor rafların arasında. Sonra, içeride beş dakikadan fazla kalanlarda esneme peyda oluyor. Evet. Esniyoruz. Sanki sıkılıyormuş gibi. Kitaplar bizi afyonluyor mu nedir. Hele bu akşam kafamı kaldırdığımda iki kişi farklı raflarda aynı anda bir esneme tutturmuşlar ki oh. Kadın Lotus yemiş gibiydi hatta, bırak oraya sızsın.
Belki de hepimizi "bu güzel havalar mahvetti." 

Bu arada, İstiklal'in girişinde -nasıl becerdim bilmiyorum- yüzlerce insan içinden bir adam dikkatimi çekti; kemikli ve kanca burnu, herkesin tam aksine telaşsız halinden olsa gerek aslında. Başta, bir sokağın girişinde dikiliyordu; geçtim gittim. İki dakika sonra başka bir mağazanın önünde gene aynı biçimde dikiliyor, etrafı süzüyor sadece. Ne ara geldin oraya be adam. O mıymıntı, gamsız bedenle. Hayal dünyamı dürttü bu resim. Neler zırvaladım anlatmayacağım tabi de iyi adam mı, kötü adam mı, yoldan geçen adam mı merak ettim.

Kitapçıdan çıktığımda her yer daha da kalabalıktı. Kafelerde akşamki maçın hazırlıkları başlamıştı.
Çok yoruldum, tabanlarım şişti, ayaklarım toynağa döndü ve nihayet oturmaya karar verdim. Ne gezer! Kıçımı koyacak bir sandalye aranırken baktım meydana varmışım. Eve gitmeye karar verdim. Otobüste uyukladım. 
Şişhane'den geçerken kıpkırmızı bir ateş topuydu güneş; mükemmeldi. Fakat şişmiş ayaklarım ve ağrıyan sırtım manzaranın uyandırdığı romantik hislerle hayli tezat oluşturuyordu. Neyse ki manzara dahil her şeyden tiksinmem fazla uzun sürmedi. Ensemde geğiren biri beni manzaranın büyüsünden ve hayattan o saniyede kopardı.

Döndüm geldim evime. Ayaklarım suda, kahvem yanımda, çikolatam damağımda, gevşek gevşek sırıtarak günlük yazıyorum.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumu olan insanlara bayılırız biz.